21 Kasım 2010 Pazar

State Of Play / Devlet Oyunları



2009 yılı öylesine tanıtımla şişirilmiş yapımların yılı olmalı ki 2012, Transformers: Yenilenlerin İntikamı, Garez 3, Turnuva, Testere 6, Son Durak 4-3D ve hatta azımsanmayacak bir kesime göre Avatar gibi filmlerin; ve öyle başarılı filmlerin yılıydı ki , yine Avatar, 9, Halk Düşmanları, Aşk Dersi (An Education), Up gibi filmlerin arasında bu film kaybolup gitmiş, gişede çakılmış olsun. Russell Crowe, Ben Affleck, Helen Mirren gibi tanıdık isimlerin yanına “Zaman Yolcusunun Karısı”, “Sherlock Holmes” gibi yapımlarda zihnimize not ettiğimiz Rachel McAdams eklenmiş ve ne göklere çıkarabileceğimiz, ne de vasat olarak nitelendirebileceğimiz, seyir zevki ortalamanın üstünde bir film ortaya çıkmış. Aslında tam da imbd notu gibi bir film ; 10 üzerinden 7,3.

Filmle ilgili her ne söylersem söyleyeyim, internet tabiriyle “spoiler”, yani izlememişlerin okumaması gereken bilgi vermiş olacağım için en iyisi bu filmi izleyin demek.İzleyin ki, son 4-5 senedir artık insanı bıktırmaktan ve filmi “bayağı”laştırmaktan başka bir esprisi kalmayan sonu sürprizli filmler (!) sürüsünden ayrılmayı başarmış bir film izlemiş olun, o hazzı yaşayın ve filme harcadığınız vakte üzülmeme hissini yaşayın.

Hippi edebiyat öğretmeninin etkisinde kalmış gazeteci rolünde Russell Crowe ile tanışıp bir hırsız ve bir pizza dağıtıcısının öldürülmesi ile bir politikacının asistanının ölümü arasındaki bağı kurmaya, bir politikacının etrafına örülen kumpası çözmeye, parçaları birleştirmeye çalışın. Arkadaşı için çırpınan bir adamın “sektörün devleri” karşısındaki mücadelesine ortak olun ve sonunda da kullanılmış olmaktan kurtulamayın. Bu kadarı bile filmle ilgili büyük ipucu içerse de filmi en “düz”, en “ipucu”suz anlatmanın, sonunda yaşanan duyguyu törpülememenin en uygun yolu bu olsa gerek.

Daha şimdiden hafızanızdan silinmiş filmlere yenilerini eklemektense, en azından aklınızda kalacak bir film izlemiş olun. Hoş bir seyirlikten bir adım daha ötede bir film demek en uygun tabir olur.

İyi seyirler dilerim.

6 Kasım 2010 Cumartesi

İyi ki doğdun çocuk..

Ölüm seni yanıltmasın.. bir düşün yaşayanları.. alnını korkusuzca kaldır.. kimin yanındasın?..yerin neresi?..ve senin en çaresiz anında tek silahın nedir?...

İyi ki doğdun çocuk.. 34 yılını aramızda yaşadın 39 yılının.. 5 yıldır bizi izliyorsun.. Sesini duyurdukça sığmıyorsun, taşıyorsun gözlerden.. İyi ki doğdun çocuk.. İyi ki vardın.. İyi ki varsın..

Brassed Off (1994)

“1984′ten bu yana (1994′e kadar) Büyük Britanya’ da 140 maden kapatıldı ve bu çeyrek milyon kişinin işsiz kalmasına yol açtı.” . Bu yazı ile sona eren ve tepeden tırnağa işçi sınıfına ait olan bir filmin en vurucu sahnesinin de ezilmişler için mücadele veren Ernesto “Che” Guevara’ nın favorisi olduğu rivayet edilen “Rodrigo’ nun konçertosu eşliğinde yaşanması kadar hoş bir uyum olabilir miydi? Ya kapanış sekansında eşlik eden “Zaferin ve Umudun Toprakları” gibi pek çok doyumsuz eser? Hani yan yana gelmesi ayıpmış gibi düşünülen “burjuva müziği” ve “işçi sınıfı” aynı potada eritilirken asıl mesele olan politik mesajın ıskalanmaması, arka planda kalmaması ve hafızalara kazınması? Hangi övgüyle tanımlamalı, hangi sıfatları arka arkaya dizmeli, bilemiyorum. Tüm işçi filmleri gibi aslında.
Ülkemizde de -malesef- sıkça duymaya başladığımız madencilerin, madencilerden yola çıkarak sömürülen, istismar edilen, hakları avuçlarından alınan tüm işçiler için kurulan süsten ve abartıdan uzak, ancak meselenin özünü “bodoslama” söylemekten kaçınmayan 1994 yapımı bir İngiliz filmi kalıyor hafızamda 147 dakikanın sonunda. “Küfür burjuva sınıfının ağzında lağım çukuru, işçinin ağzında ise bir çiçektir” diyen Can Yücel’ le bitirmek de vardı ama en güzeli filme dair son bir cümle kurmak.

“Düzen”den “düz”enden sıkıldıysanız, tv’lerde oynayan köşklü çiftlikli dizilerden bıktıysanız size göre bir film. Saraylardan, köşklerden, bol ışıklı salonlardan değil; çamura bulanmış fabrika kapısından, tefecilerin haciz ettiği evden, nefes alıp kan tüküren madenci ciğerinden bir film. İyi seyirler dilerim.

Not: Dayanamadım, bu gönlümü çalan sahneyi eklemek istedim.  

29 Ekim 2010 Cuma

Bazen bir çift ayakkabıdır mutluluk..Children of Heaven / Cennetin Çocukları


Tamire götürdüğü kardeşinin ayakkabısı için bir koşu yarışına katılabilir mi insan, hem de 3. olmayı hedefleyerek? Ya da bir çocuğun tüm mutluluğunu alıp götürebilir mi bir çift eskimiş ayakkabı? Büyüklere garip gelecektir muhakkak fakat minik bedenlerin koca yüreklerini fark etmeniz için elinden gelen bu film doğruluyor bu cümleyi.

Kardeşinin ayakkabısını kaybeden Ali, baba korkusuyla seçtiği yolda ayakkabısını kardeşiyle paylaşmak zorunda kalırken, siz de Majid Majidi’ nin sunduğu İran manzarasına ve iki minik kardeşin yaşadıklarına ortak oluyorsunuz. Doğu sinemasının zihinlerdeki karşılığı olan “durağan fakat sıcacık” ibaresi bu filme  yakışıyor doğrusu. İran’daki  sosyo-ekonomik duruma küçük bir pencere açarken iki kardeşin dünyasından,  aynı zamanda sizce çok geride bıraktığınız  minik yüreklerinizin, kardeş sırlarınızın, anne-babadan saklanan maceralarınızın da  zihninizde canlanmasını önleyemiyorsunuz sahneler birbirini takip ettikçe.  Sonunda birinci olduğunuz yarışın ardından  nasıl sevinemezsiniz, onu anlıyorsunuz, içiniz burkularak da olsa. Keyifli bir haftasonu için ideal olmasa da, sinemasever olduğunu iddia eden bünyelerin raflarında yer alması gereken bir film geride kalıyor 89 dakikanın ardından. İyi seyirler dilerim.

La siciliana ribelle-The Sicilian Girl

***23 Ekim 2010 tarihinde http://www.iy2.net/la-siciliana-ribelle-the-sicilian-girl.html adresinde yayımlanmıştır.***

Sicilya’nın kendine özgü kurallarıyla süren yaşam, bu kuralları belirleyen bir adam, tek gerçek kahramanı babası olan küçük Rita… Filmin ilk 10 dakikasında seyirci de Rita’nın dünyasına uyum sağlamakta ve kahramanı olan babasını benimsemekte hiçbir zorluk yaşamıyor,ta ki eski mafya usulleriyle işlenen bir cinayete kadar.Ardından gözlerinin önünde öldürülen babasıyla beraber tüm renkleri unutuveriyor, “ancak bir sicilyalının giyebileceği” siyah kalıyor Yıllar geçtikçe günlükler ve öfke dolu bir yürek biriktiren Rita abisinin de öldürülmesiyle harekete geçmeye karar veriyor ve küçük bir kızken “beş para etmez” bellediği savcıya sığınıyor işi yarım bırakmak istemeyen mafyadan ve nefret ettiği kasabasından kaçarak. İşte bu andan itibaren bizler de Rita’yla beraber herşeyin değişimine şahit oluyoruz içimiz buruklaşsa da. Kahraman olmaktan çok uzak bir baba , kızını en başından beri istememiş bir anne, mafyaya bağlılığı ağır basan çocukluk aşkı, beş para etmez dediği savcı.. Gerçek bir hikayeden aktarılmasa bu denli etkileyici gelir miydi bilmem fakat gerçek olaydan sonraki görüntüleriyle beraber Rita’nın son sözleri ekranda belirirken insan düşünmeden edemiyor… İyi seyirler dileyerek son cümleyi ekleyeyim yazının sonuna :
 
Belki de dürüst bir dünya hiç bir zaman varolmayacak. Ama bizi hayal kurmaktan kim alıkoyabilir ki? Eğer her birimiz değişmek için çaba sarfedersek, belki başarılı olabiliriz…
Rita ATRİA

5 Eylül 2010 Pazar

Los Lunes Al Sol / Güneşli Pazartesiler...



Pazartesi.. Pek çoğunuzun nefret ettiği gün, belki de cuma günlerini sevme nedeniniz.. İş başı yapılan gün, "iş"çinin paydos vakti gelene kadar emeğini sarf ettiği gün.. Güneşli olmasına dahi sevinmediğiniz o güne uzak kalanların filmi bu "Akdenizliliği" iliklerinize kadar hissettiren film. "Pazartesi"leri ellerinden alınan bir avuç tersane işçisinin hayatlarından kesitlerle yüzleştiğiniz, son zamanlardan tanıdık gelen bir film. Biri evliliğinde maddi imkan(sız)lıklardan doğan sorunlarla boğuşan,biri umudunu iş görüşmelerinde yaşatan, genç görünmek uğruna saçını boyayıp oğlunun kıyafetlerini karıştıran, biri karısı tarafından terk edilmiş, ömrünün son yıllarını "boşlukta" yaşayan, biri ise hayatı hiç umursamayan, kendi deyimiyle "düşmemiş, kendini bırakmış" üç dostun, çıkarılacakları tersaneden tazminat almayı kabul etmemiş ve beş parasız kalmış dört kafadarın, her akşamı aynı tersaneden iş arkadaşlarının "kafayı kullanarak" aldığı tazminatla açtığı barda noktalanan yaşamlarını konu alan, insanı gerçek öykülerle yüz yüze getiren bir film. Filmin mottosu olan "gerçek bir hikayeden uyarlama değil, binlercesinden uyarlanmıştır." cümlesi tekrar edip duruyor zihninizde, kendiliğinden.

Filmin bu denli beğenilmesinin iki temel unsuru var. Bunlardan biri şüphesiz Javier Bardem. Her filminde hem fiziksel, hem karakter olarak birbirinden farklı rollerde hayranlıkla izlediğimiz İspanyol oyuncu, bu defa grubun doğuştan gamsız, doğuştan karizmatik elemanı olarak göze çarpıyor. İşten çıkarılma sürecindeki ayaklanmada  kırdığı lambanın tazminatını "etik açıdan doğru bulmadığı için" ödemeyi reddeden, belki bu yüzden lamba takıntısı oluşmuş, her durumda kendi bakış açısını yansıtan "Santa" rolünde bir kere daha "büyük oyuncu" ne demek gösteriyor bizlere. Filmi izlemeyi düşünenler için "8000 peseta", "kriter" ve yazının sonunda alıntılayacağım "Ağustos böceği ve Karınca Hikayesi"ne kattığı yorum filmin hafızalara kazınan dakikalarını inşa ediyor.

Filmin dikkat çekici olmasında ikinci unsur ise kapitalizme sert bir eleştiri getirmeden, tabir-i caizse "çaktırmadan" işçi sınıfının yanında yer alışını hissettirmesi. Hani her gün haberlerde aleyhinde kararlar alındığında destek cümleleri kurduğumuz, sonra toplanıp tek yumruk olmaya çalıştıklarında "nankör" dediğiniz işçiler var ya, tam da onlar yer alıyor başrolde, birkaçı değil, binlercesi yer alıyor aslında. Ve öyle bir cümle kuruyor ki film, kalkın yürüyün, yek vücut, tek yumruk olun dercesine. .Aynen aktarıyorum o benzetmeyi..

" siyam ikizleri gibi. onlar birbirlerine yapışıklar. biz de birbirimize yapışığız. eğer birimiz düşerse, hepimiz düşeriz. eğer biri düzülürse... aynen öyle, diğerleri de düzülür. çünkü hepimiz aynı şeyiz aslında. aynı şey. siyam ikizleri gibi. aynı şey." .

Film o denli iyi ve samimi ki, ekşi'de bir yazar kurulabilecek en güzel cümleyi kurmuş filmi tanımlamak için : sokak lambalarına düşman yapıyor insanı.. öyle samimi bi film..

İzlememiş olanlar için tavsiye ederken, söz verdiğim gibi "Karınca ve Ağustos Böceği Hikayesi" ni Santa'nın bakış açısıyla aktaralım ve bitirelim yazımızı.. Küfürlü kısımlar için yapılabilecek bir şey yok, ne de olsa işçi sınıfının ağzında bir çiçekten farksızdır...


"bir varmış, bir yokmuş bir ağustos böceği ile bir karınca varmış karınca çok çalışkanmış ama ağustos böceği tembelmiş karınca çalışırken ağustos böceği çalar oynarmış günler geçmiş karınca bütün yaz çalışmış bir sürü yiyecek biriktirmiş kış gelince ağustos böceği aç kalmış karıncanınsa her şeyi varmış ağustos böceği karıncaya gelmiş karınca ona ağustos böceği kardeş sen de çalışsaydın sen de aç ve açıkta olmazdın demiş ve ona kapıyı açmamış"
bu karınca spekülatör g.tün teki. ayrıca masalda neden ağustos böceği olarak doğulduğunun sebebi anlatılmıyor. çünkü ağustos böceği olarak doğduysan  hapı yuttun demektir !"

4 Eylül 2010 Cumartesi

Black..

Bir filmi nasıl anlatmalı, ilk defa bilemiyorum sanırım... 2005 yapımı olmasına rağmen çoğu kimsenin bilmediğine mi üzüleyim, yoksa filmi izlemiş şanslı azınlıktan biri olduğum için saklı hazineyi ele geçirmiş korsanlar gibi sevineyim mi... Hani boy boy listeler yapılır, her yıl belirli zamanlarda karşımıza çıkar ya, "ölmeden izlenmesi gereken filmler" diye kalın puntolar altonda, işte böyle bir liste yapılacaksa, gözü kapalı girecek filmlerden birisi bu film. Hint yapımı olmasına bakıp bize garip -ve hatta komik-  gelen dans figürleriyle karşılaşacağınızı, zaman kaybı vasat filmlerden birini izlemiş olacağınızı düşünmek izlediğinizde pişmanlık hissi verecek bir önyargı.

Gözü kapalı dedik ya, film de gözleri ve kulakları doğuştan işlevsiz bir kız olan Michelle ile ona hayatı veren, hayata da onu kazandıran öğretmeni Debraj (Amitabh Bachchan) arasındaki ilişki ekseninde odaklanıyor. Ailesi tarafından nerede olduğu belli olsun diye zil takılmış, elleriyle yemek yemesinden yürüyüşüne vahşi bir hayvanı andıran çocuk Michelle' den yola çıkarak üniversite mezunu genç kız Michelle'e varan süreci, aynı zaman zarfında Michelle'e hayatını adayan çılgın öğretmen Debraj' dan hız alıp alzheimer hastalığına yakalanmış ve zamanla hayaletten farkı kalmamış ihtiyar Debraj' a ulaşan bir film "Black". Michelle, geçmişe ait hiçbir şey hatırlamayan öğretmeni bulunduğunda, hayatını kendisine adayan öğretmenine ortak düşlerini hatırlatmak için sayfaları dolduruyor. Kendisine öğretilmeyen tek sözcüğü, "imkansız" ı  başarmak uğruna sayfaları doldururken, bizler de muazzam bir hikayeye şahit oluyoruz ekran başında.

Filmle ilgili akılda kalan bir kaç nokta ve hafızaya yerleşen cümleler var. İlk aklıma gelen Michelle' in çocukluğunu canlandıran Ayesha Kapoor. Güneşi Gördüm filminde zihinsel engelli kızı canlandıran Tuğse Gökhan' ı anımsadım her sahnede ister istemez. Filmi izleme şansı bulanlar bu benzerliğe şaşıracaklardır. Benim aklımda kalan replik ise üniversitede ilk sınıfında 2. kez kalan Michelle'in öğretmeni Debraj'la dans ettiği sahnede geliyor, "diğerleri" ile onun arasındaki farkı özetleyen cümle ; " Herkes başarılarını kutlardı, biz ise başaramayışımızı" .. Ve filmle ilgili en popüler replik : "Onun alfabesi, benimki gibi a-b-c-d ile başlamayacak..S-İ-Y-A-H ile başlayacak.. " .



28 Temmuz 2010 Çarşamba

Diarios de Motocicleta / Motorsiklet Günlükleri

"Bu, iki insanın hayatlarının bir parçasıdır. Ortak amaç için hayallerin paylaşıldığı bir dönemde yapılan bir yolculuktur."
             Ernesto Guevara de la Serna, 1952.

Bu sözlerle başlar "Diarios de motocicleta". 23 yaşında, mezuniyetine bir dönem kalmış cüzzam konsuna eğilmiş tıp öğrencisi Ernesto Guevara de la Serna ile 29 yaşındaki biyokimyacı, kendi deyimiyle "bilimsel serseri" Alberto Granada' nın Amerika kıtasının fakir bırakılmış kısmını keşfediş hikayesi.  Görmeyi bekledikleri midir bilinmez ama, bilmeden de olsa söyledikleri gibi toprağa, insana yakınlaştırır iki dostu, yolculuklarının her adımı. Haksızlık denen şeyin kıtalarını nasıl sardığını bu iki kafadara tanıtırken, bize de hep bildiğimizi sandığımız bir insanı tanıtır, kendi günlüklerinden yola çıkarak; Ernesto " Che" Guevara de la Serna. Maden şirketlerinin köleleştirdiği çifte hırkasını bırakırken, cebindeki en kıymetli parayı vermekten de çekinmeyen, gördüğümüz ilk "icraatını" maden şirketinin kamyonuna attığı taşla gerçekleştiren bir delikanlıyı, doğum gününü geçirmek için gecenin kör karanlığında karşı adadaki cüzzamlılara yüzen astımlı genci gözler önüne serer. Yolculuğun başında bir maceraya yelken açan bir insanın, insanlarına yapılanlar karşısında geçirdiği değişimi her sahnede daha net farkedersiniz, ekran karşısında dakikalar ilerledikçe. Düşünceler ve sorular bize de aktarılıyor neyse ki, Ernesto'nun günlüğüne yazdıkları sayesinde : " İnkaların büyük astronomi, tıp, matematik bilgisi vardı. İspanyol istilacıların ise barutu vardı. Acaba olaylar farklı gelişseydi, Amerika (kıtası) şimdi nasıl bir yer olurdu? ".
Başrol oyuncusu Gael Garcia Barnel, Paramparça Aşklar ve Köpekler' de akıllara kazındı, Che hakkında detaylı bilgi sahibi olmadığını söylemişse de, seyirciye aktarım konusunda o denli başarılı ki, "Ernesto" nun "Che" oluşuna giden süreci çok net bir biçimde anlıyorsunuz. Granada rolündeki Rodrigo de la Serna ise filmin keskin noktalarına rol çalmadan ve aşırıya kaçmadan iyi oyunlar sergilerken, akılda kalan ve çoğunlukla mizah barındıran sahnelerin baş unsuru olmaktan geri kalmıyor.  Yönetmen Walter Salles ise aktarmak istediğini başarıyla aktaran sahneleri ve filme serpiştirilen siyah beyaz kareleri ile, Amerika'nın fakir yüzünü gözler önüne seriyor.
2004 yapımı bu "ben, ben olmadan önceki ben" hikayesi ve seçtiği isim ile ne eksik, ne fazla filmi Sunay Akın'dan dizelerle bitirmek kadar güzel şey olamaz sanırım..


yine böyle güzel olur muydu dünya,
diplomasını çerçeveleyip
para kazanma derdine düşseydi doktor Che, 

yüreğini dağlara asmak yerine...



24 Temmuz 2010 Cumartesi

A Man For All Seasons / Her Devrin Adamı

Adıyla ilgili bir muammadır ismini duydukça aklıma gelen, bu konuya değineyim filme geçmeden. Film kabaca tarif etmek gerekirse; işini, ailesini, dostlarını, itibarını ve hatta hayatını kaybetmek pahasına doğru olduğuna inandıklarından vazgeçmeyen bir "aziz"in yaşamı ve idamına giden sürece mercek tutan bir filmdir "Her devrin adamı". İşte ismi -en azından dilimize çevrilmiş ismi- de tam bu noktada kafama takılır her karşılaştığımda. Filmde baş karakter olan doğrusunu terk etmeyen insanın her devirde bulunmasına, filmde ve gerçek hayatta idam edilmesine inat, hiç eksilmemesine dair bir temenni midir, yoksa bu karakteri idama sürükleyen kral yalakası insanlara yapılan bir vurgu mudur, isimle anlatılmak istenen? Kimbilir, belki de her ikisi de saklıdır isimde. Öyle ya, devir geçtikçe eksilmeyen, aksine artan ve yeryüzümün her yanını kaplayan insan modeli oldu "işini bilen"ler, ne yazık ki.. Halbuki dalga geçilse, gülünüp geçilse, bu yoldan alıkonulmak istense, ya da kayda değer bulunmasai sırt çevrilse bile nasıl razı gelir ki insan başkalarının fikrine taparcasına sahip çıkmaya, kendi fikrinden, kendi akıl emeğinden daha kabul edilebilir bulmaya? Kötü fikir sahibi olmak dahi hiç bir fikir sahibi olmamaktan iyi değil midir?

Modern zamanın kabul gören tavrı bir fikre biat etmek olsa da, belki de senin benim suskunluğumuz, çekinmemiz, ayıplanma korkusu, dışlanma endişesi neden olmadı mı bu çağın zihinsel kısırlık çağı olmasına sebep? Kendi fikrimiz olmadı mı bilgi sahibi olmadıklarımız hakkında? İki tuş uzaktayken bilgi, ulaşmaktan üşenmemiz değil mi sizce de? Modern zamanın en büyük erdemi oldu artık doğru bildiğinden şaşmamak. Şaşılacak şey değil mi, olması gereken tavrın alkışlanan, kolay kolay cesaret edilemeyen bir tavır haline gelmesi?

Bir film, bir isim, satırlarca yakarış.. Ne çok isyan biriktirdin şu 80 kilo bünyeye be dünya..

25 Haziran 2010 Cuma

5 sene..

5 sene önce bizi ağlattın ya gidişinle. Bugün yine ağlattı ya sesin, 5 senedir ne zaman duysam olanlar gibi.. . "Elveda" demeden, "Teşekkürler Dünya" diyerek gittin ya çocuk..Olmuyor be şair ceketli çocuk, umudu değil acısı büyüyor zamanla insanın.. Gözlerinden sızan yaşların sayısı azalmıyor mesela.. Ya da unutulmuyor mesela sesinin derinliği.. Fikirlerine sahip çıkmaktan başka bir şeyi kalmıyor insanın.. Sen teşekkür ederken bela da okuyamyor insan dünyaya.. Ne güzel adamdın be çocuk.. Ne güzel insandın... Ağlıyorum be çocuk..

           *                     *                     *

Bu arada; hiç başımızdan eksik olmayan gökyüzüne, günün karanlık saatlerine, ara sıra kopsa da fırtınalara, bir gün boğulacağımız denizlere, eski günlere, neler olacağını bilmesek de geleceğe, kötülüklerle dolu olsa bile tarihe, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara, Donkişotlar 'a, ateş hırsızlarına, Ernesto "Ç´e" Guevara'ya, yollara-yolculuklara, sevgililere, sevişmelere, sadece düşleyebildiğimiz olamamazlıklara, üşürken ısınmalara, her şeyden sıcak annelere, babalara ve tadını bütün bunlardan alan şarkılara kendi sıcaklığımızı gönderiyoruz. Kötü şeyler gördük. Savaşlar, katliamlar, ölen-öldürülen çocuklar gördük. Kendi dilini, kendi kültürünü, kendisini kaybeden insanlar, topluluklar gördük. Yanan köyler, kentler, ormanlar, hayvanlar gördük. Yoksul insanlar, ağlayan anneler, babalar, her gün bile bile sokaklarda ölüme koşan tinerci çocuklar gördük. Biz de öldük. Ama her şeye rağmen bu yeryüzünde şarkılar söyledik.Teşekkürler dünya.

KAZIM KOYUNCU

10 Haziran 2010 Perşembe

Bir Hayat.. Bir Kupa.. Hem hayat, hem kupa...

Yarın saat 17.00' de başlayarak 11 Temmuz günü sona erecek 1 aylık şölene 1 gün kala, içimden "yazmazsam olmaz" diyeceğim bir yazı için oturdum bilgisayar başına. 25 yaşıma sığdırdığım 5 dünya kupası var, adam akıllı hatırladıklarım ise 4. '86 Meksika' yı kaçırdığım düşünülürse ve o kupadaki İngiltere-Arjantin çeyrek final eşleşmesi aklıma geldikçe hayıflanırım kadere. Sen git, Maradona tarih yazarken, Arjantin kupayı kaldırırken,  fazla sütten kafayı bulmuş biçimde uyuklayadur!..

İnsan 5-6 yaşlarına dair ne kadar şey hatırlayabilir ki? Belki 3-4 sahne, bir kaç olay.. İşte bu sayılı sahnelerden biridir '90 yılına ait hafızama kazınan ; küçük bir adam, mavi bir forma, sırtında beyaz 10 numara.. Belki bir gazete küpürü, ya da bir televizyon görüntüsü.. Boynunda kolye gibi bir şey, adam ağlıyor.. Maradona'dan başkası değil tabi ki.. Belli ki bu sahnedir bana Arjantin' i sevdiren, Maradona' yı tartışmasız gelmiş geçmiş en büyük ve en kafa dengi oyuncu kabul edişime sebep..



Sonraki 4 yılda hayat telaşı (!) vs. ile geçip dururken, tam manasıyla ayırt edebildiğim görüntüler aralanıyor zihnimin sayfalarından.. Bu sefer '94 yılı, ben 9-10 yaşlarındayım.. Görüntüde, öğleden sonra oynanan bir maç.. Bir adam, yine küçük, yine solak, yine sırtında beyaz 10 numara.. Sol taç çizgisi dibinden hareketlenip öyle bir top yolluyor ki, sonraki her dünya kupasında hatırlanacak bir videoya dönüşüyor.. Maradona tabi, ama o kadar uzaklardan değil, bizim buralardan bu sefer.. "Karpatların Maradona'sı".. Hagi diye bağırıyor spiker. Ben afallamış bir durumda  bakakalıyorum.. Bir bileğindeki siyah bileklikten tut, ayağını topun altına sokuşuna kadar herşeyi kazınıyor belleğime.. Bir de at kuyruğu saçıyla bir adam var.. Yine mavi forma, beyaz 10 numara... Penaltı noktasına gelirken herkes emin sanırım, kaçırıca bir sessizlik.."Baggio" yazıyor formada, İtalya-Brezilya finali.. Öyle de kötü vuruyor ki esasında, yuh diyorum görünce.. Bizim Diego ile ilgili kayda değer bir hadise yok bu sefer, 90'daki gibi kendi ülkesini desteklemesi için Napolililere seslenişi de yok, yer almıyor sağda solda..

Sonraki 4 yılda o siyah bileklikli, sari- kırmızı-mavi formalı beyaz 10 numara takılıyor aklıma.. Ufaktan bilgi toplamaca, hayran olmaca vs.. Kader ir kıyak geçiyor ki sormayın, sene '96, bu solak Türkiye' ye geliyor.. Türk futbol tarihinin gördüğü en büyük futbolcu oluyor.. Sonraki 6-7 seneyi anlatmaya gerek yok sanırım benim açımdan.. Değmeyin keyfime..

Derken '98 yılı geliyor tabi.. Fransızca "Angleterre" yazısı aklıma gelir her seferinde.. Bir de bu kupanın elemelerinde Hollanda' yı 1-0 yenişimiz, Hakan Şükür' ün kafasıyla.. Sonra.. Akşam vakti, salonda televizyon karşısındayız ailecek.. Geç olsa gerek, fazla sesli izlemiyoruz.. '86' da kaçırmıştım ya, hayat bana bir kıyak daha yapıyor, Arjantin-İngiltere.. Bu sefer beyaz forma üzerine kırmızı bir 7 numara.. Tanıdık bir adam.. Kırmızıyı görüyor yaptığı hareket sonrası.. Beckham' dan başkası değil tabi ki.. Sonra.. yine bir beyaz formalı, kısa boylu bir adam.. Bizim Arjantin defansını bir sağa bir sola yatırıyor, 2 numaranın yanında geçip gidiyor, topu ağlara bırakıyor.. Owen bu da.. Ama bizimkiler kazanıyor, hem de uzatmalardan sonra seri penaltılarda, o gece nasıl geçti, halen anımsadıkça aynı heyecanı duyarım.. Bir de finalde Brezilya kaybedince şok oluşum var, artık çok mu güveniyordum, yoksa Fransa mı sıkıcı geliyordu bilmem.. Belki de her maçta ekrandaki Fransızca yazılara gıcık olmuştum, kim bilir..

2002 yazına gelirken, lisedeyim, Danişment Gazi' nin  yemekhanesinde.. Biz varız bu sefer, e haliyle tüm yurtta hayat duruyor, bizim lisede de.. Yemekhanede televizyon, karşısında müdür, öğretmenler, arkada biz.. Neyse ki yıl sonu gelmiş, fazla kişi yok.. Suratlar boyanmış, formalar giyilmiş, tam bir karnaval (!) .. Rakip Brezilya, belli ki inanmışız, umutluyuz okul ahalisi olarak, aslında millet olarak.. Maç başlıyor, biz de başlıyoruz.. Hasan topla buluşuyor, vuruyor.. Gerisi yok.. Hatırlamıyorum.. Oturduğum yerden 5-6 metre ilerdeyim kendime geldiğimde, deli gibi bağırıyoruz.. Top ağlara gitmiş.. Ne var ki Ronaldo ve Rivaldo topu ağlarımıza yolluyor, biz ise Güney Koreli hakemin ailesiyle samimiyeti (!) ilerletiyorduk.. Rivaldo da sanırım Dünya Kupası finallerinin en çirkin hareketlerinden birine imza atıyordu.. Sonrasında oynanan maçlar, İ.Mansız' ın altın golü, bu golle yazlıkta balkona koşuşumuz.. Bir Brezilya maçı daha, bu sefer Ronaldo' nun usta işi vuruşu.. 11. saniyede H.Şükür' ün golü.. unutulmaz bir yaz geçmişti güzel ülkemin tarihinden..





2006 yazına gelirken bu sefer yurtta, finallerle cebelleşmekteydik.. Bu yüzden pek fazla maç izleyemesek de Almanya' nın futbolu, Arjantin' in yine bekleneni verememesi.. Çok da zevk almamıştık açıkçası.. Zaten biz de yoktuk.. Finalde Zidane bir Dünya Kupası efsanesine daha imza atıp kafayı çakmıştı Materazzi' ye.. Bağış Erten' in dediği gibi, kazanmayı ve takımını futboldan daha çok sevenlere atılmıştı o kafa.. Nihayetinde giden kupa olsa da, kimse yargılamadı Zizu' yu..




Yarın bir kupa daha başlıyor.. Maradona takımının başında, Messi- C. Ronaldo ve diğerleri sahada.. Bakalım nasıl hikayeler çıkacak kara kıtadan.. Tüm maçları izleyebilmek bütün ümidim.. Biz yokuz ya, yine-yeni-yeniden "Arjantin" !!..

23 Nisan 2010 Cuma

23 NİSAN "ULUSAL EGEMENLİK" VE "ÇOCUK" BAYRAMI..

Atamızın tüm dünya çocuklarına vasiyeti olan bugün de ne yazık ki çalışan çocuklar, dövülen evlatlar, başka yuvası olmayan terk edilmiş çocuklara devlet himayesinde yapılan işkenceler, sonu tahmin edilemez bir yarışa sokulan milyonlarca genç beyin öylece koşturuyor yarış atı misali, topraklarımızda. Parlak bir gelecek ümit etmek yerine 3 saatlik sınavlarla yarıştırıyoruz. Bir günlük koltuk devirleri ile koltuk sevdasını aşılıyoruz hala çocuklarımıza. Hayallerine ilerlemesi yerine zorla doktor mühendis yapıyoruz onları, olamazlarsa da vay hallerine. Bakkala pazara gönderirken iyi iş görüyorlar da, bir bardak kırsa işe yaramaz ilan ediyoruz. Sevmiyoruz sevmemiz gerekince, bizi sevmesini bekliyoruz..Hiç sorumluluk vermeyip ilerde her işi eksiksiz yapmasını istiyoruz. İstemiyoruz da aslında, emrediyoruz, zorluyoruz. Yazık ediyoruz çocuklarımıza, yarınlarımıza. 

Yine de en azından bir gün önemsiyoruz sizi çocuklar, yerseniz. Karanlık bir gelecek manzarası gölgesinde 23 Nisanınız kutlu olsun..

14 Nisan 2010 Çarşamba

Ah bir de rakı şişesinde balık olsam ...

rahat uyusun çapkın şair..

bilmezler yalnız yaşamayanlar,
nasıl korku verir sessizlik insana;
insan nasıl konuşur kendisiyle;
nasıl koşar aynalara,
bir cana hasret,
bilmezler..

Orhan Veli KANIK

24 Mart 2010 Çarşamba

"Mary&Max " ten ...

... Ve anlayamıyordu, diğer herkes normal sayılıyorken, neden kendisi garip sayılıyordu. İnsanlar inanılmaz mantıksızdı. Hindistan' da çocuklar açlık çekerken insanlar neden yemeklerini çöpe atıyorlardı?Neden oksijene ihtiyaçları varken yağmur ormanlarını yok ediyorlardı? Ve neden asla zamanında gelmeyeceklerse otobüler için zaman çizelgesi hazırlıyorlardı? En sevdiği fizikçiyle mutabık kaldı : Sadece iki şeyde sonsuzluk vardır ; evrende ve insanın aptallığında.

19 Şubat 2010 Cuma

"Bu ayrılık ne yaman söyle, adamların adamı uykuda mısın?" ..

"Sürü" , "Bereketli Topraklar Üzerinde", "Adak", "Piyano Piyano Bacaksız" gibi Türk sinema tarihinin en önemli filmlerinde hafızalara yerleşen performanslar ve sanatçı duruşu denen olguyu ete kemiğe bürümesi ile sinemamızın en önemli sanaçılarından Yaman Okay' ı iki şiirle anıyor ve rahmet diliyorum.

Holdingler
Politikapçıklar
T.S.K.ler
T.K.K.lar
Hiç hiç kanser olmazlar
Ama bizim Yaman durduğu yerde
Pankreas kanseri olur
Nedeni bir şair tanır Yunan
Adı Pankreatitis
Yani yeni bir rol

Can Yücel

 *              *                *             *            *


bu yaz guneş biraz daha eksik,
el ele verin azaldık
yine o tanıdık serinlik.
işimiz cok zor...
bu yıl herkes biraz daha korkak
bu ne çaresizlik ah yandık
dayan yürek dayan
giderek işimiz çok zor.
ah koca oğlan oyun ettin
bu iş burada bitmez
söylenecek çok söz kaldı
sana bir ömür yetmez.
ah nerelere gittin aman söyle
bu ayrılık ne yaman söyle
adamların adamı uykuda mısın?

7 Şubat 2010 Pazar

THE BOONDOCK SAİNTS / ŞEHRİN AZİZLERİ


Veritas..yani doğruluk/gerçek. Ve tabi ki kardeşi, Aequitas..adalet. İşte film bu iki kavramı temsil eden  İrlandalı kardeşlerin kötülere karşı başlattığı savaşı anlatıyor, kötülerin oyun kurallarıyla tabi ki. İnsana değer yargılarını, adalet sistemini, ve hatta adalet kavramını sorgulatır sonunda jenerik akıp giderken . Günümüzde Saw/ Testere serisinin kişisel bazda işlediği mevzuyu, bir şehrin kötüleriyle hesaplaşma olarak çıkarır karşımıza. Gerçekten kıssasa kıssas mıdır adalet, ya da -daha yerinde bir soru- öyle mi olmalıdır? Modern hukuk kurallarının getirdiği cezalar veya kanunlar arasındaki boşluklardan kaçıveren fareler insanı öfkeyle doldurduğunda hepimizi düşündürmez mi bu soru? Ya da en bilinen şekliyle "geberteceksin böylelerini" yi düşünmez mi insan? Önce doğruluk ile önlemeyi önerir tüm şiddet öğelerini kullanmasına rağmen. Yetmediği yerlerde kıssasa kıssastır ölçüt. İki kardeş doğruluk ve adalet kendi yöntemleriyle sağlamaya çalışır bozulan düzeni. Yerinden çıkan çivileri de kendileri çakar haliyle. İzlenmesi gereken filmler diye bir liste yapılıyorsa hali hazırda, bulunması gerekir hem akla getirdiği sorular, hem de muazzam oyunculuk performansları için. Filmin son bölümünde yer alan mafya liderinin yargılandığı duruşmayı basan Veritas & Aequitas ile bitirelim yazımızı..

..şimdi bizi dinleyin. fakir veya aç olanları istemiyoruz. yorgun veya hasta olanları da istemiyoruz. biz günahkarları alacağız. içinizdeki kötülüğü yok edeceğiz. her nefesimizde onları avlayacağız. gökten yağmur olup yağana kadar her gün onların kanını akıtacağız. öldürmeyin. tecavüz etmeyin. çalmayın. bunlar her inançtan insanın uyması gereken kurallar. bunlar basit istekler değil. bunlar ilahi emirler. bunlara uymayanlar bedelini ödemeli. şeytan'ın birçok yüzü vardır. size sınırları aşıp, gerçek kötülüğe bizim bölgemize girmemeniz için ders veriyoruz. eğer (sınırları) geçerseniz birgün arkanıza baktığınızda bizi görürsünüz. ve o gün yaptıklarınıza pişman olursunuz. biz de sizi istediğiniz tanrıya göndeririz. birer çoban olacağız, senin için tanrım, senin için. gücümüzü elinden alıyoruz. ayaklarımız emirlerini rüzgar gibi yerine getirsin. akıtacağız sana doğru ruhlarla dolu olan nehirleri..