25 Şubat 2011 Cuma

Şairane Bir İntikam Öyküsü.. Chinjeolhan Geumjassi/ Sympathy for Lady Vengeance




"Oldboy" dendiğinde pek çok insan gibi zaman durur benim için de. Önce o müthiş sonla yaşanan şok, sonra stil sahibi sahneler gelir aklıma. Bir de Chan-Wook Park üçlemesi tabi ki. Zira Oldboy, Park' ın 2002  yılında ilk filmini çektiği "Vengeance/ İntikam" üçlemesinin ikinci, en beğenilen ve en popüler filmidir kuşkusuz. Üçlemenin Oldboy'a en yakın duran ayağı ise "Chinjeolhan Geumjassi/ Sympathy for Lady Vengeance".

Baştan sona İngilizce adına yakışırcasına bayan zerafeti ve inceliğinde aktarılan ve kusursuz bir dantel gibi sabırla örülen bir hikaye Geum-ja Lee'nin başından geçenler. 19 yaşındayken yanında yaşadığı öğretmen Baek' in işlediği çocuk cinayetinin zanlısı olarak yakalanıp suçu -mecburen- üstüne alarak kendi çocuğundan ayrı kalmasının ardından 13,5 sene sonra serbest bırakılmasıyla başlıyor her şey. Hapishanedeki çağırılma şeklinin tersi yaşanıyor aslında, önceleri "melek" olarak anılmasından "cadı" adını hak edişine ters istikamette gelişiyor öykü. Hapisten çıktığında üzerine sinen "cadı"lığından arınma arzusu, yüzüne her bakanın saöylediği gibi ruhundaki meleğe dönme çabası damarlarında gezinen şey, bunun intikamı belki de. 

Bu intikam planının her adımında sahip oldukları ise geçen 13 yılda biriktirilen arkadaşlar, izini sürdüğü kızı ve insanı ürperten soğukkanlılığı. Baek' e ulşana kadar geçmiş 13 yılın da bir özeti aktarılmadan olmaz tabi. Zaman zaman hikayedeki boşlukları dolduran "geri dönüşler" ile yan karakterlerin plana nasıl dahil oldukları da cevaba kavuşuyor. Finale adım adım giderken alınacak intikamın kişisel olmaktan çıkarılması ise çok daha anlamlı kılıyor bu planı.

Jeneriği akıp giderken ısrarla izlemeye devam ettiğim pek az film vardır doğrusu. Chinjeolhan Geumjassi'nin etkileyici bir başka yönü jenerik bitene kadar izlememi sağladı filmi; son derece etkileyici müzikleri. Uzakdoğu filmlerinin en başarılı unsuru hikayeye eşlik ederek onu adeta tamamlayan, onunla bütünleşen müziklerdir. Bu filmde de müzikler hikayeyi bir üst noktaya taşırken siz de mest oluyorsunuz. Filmin soundtrack albümünü edinmek de farz oluyor haliyle.

Baştan sona ince, zarif bir intikam hikayesi izlerken Geum-ja'nın  kimi zaman masumiyeti ve günahları ve aklınızı kurcalayan bir soru arasında kararsız kalıyorsunuz:  Böylesine incelikli bir intikam, bazı günahları affettirir mi?

İyi seyirler dilerim.

Filmin Adı : Chinjeolhan Geumjassi/ Sympathy for Lady Vengeance/ İntikam Meleği
Yapım Yılı: 2005
Yönetmen  : Chan-Wook Park
Oyuncular  : Yeung-ae Lee, Min-sik Choi, Il-woo Nam, Yea-young Kwon.
 imdb Puanı: 7,7 / 10 (20.702 oylama)





*Meraklısına Yönetmen Chan-wook Park' ın beğenilen filmleri :
-İntikam Üçlemesi : Sympathy For Mr Vengeance (2002- 7,8), Oldboy (2003-8,4), Sympathy For Lady Vengeance (2005- 7,7)
-Bakjwi (2009- 7,2)
- I'm a cyborg but that's ok (saibogujiman kwenchana-2006 - 7,1)
-Gongdond Gyeongbi Guyeok JSA (2000 - 7,8)








23 Şubat 2011 Çarşamba

Kapana Kısılıp Kalmışlık Hissi..İliklerinize Kadar.. "Buried"/ Toprak Altında.

Senaryo.. Filmin kendine bağlayıcı ve izlenilir kılmasını sağlayan temel etken. Ne karakterlerin milyon dolarlık oyuncular olması tek başına bir anlam ifade eder (bkz: Righteous Kills, The Tourist), ne de sadece fikrin ilginç olması (bkz: Haute Tension) . İyi bir senaryo ile The Tape (kaset) ve son zamanlardaki popüler hayatta kalma hikayesi 127 Hours (127 saat) gibi az karakter ve tek mekan da gayet güzel ve sürükleyivi bir film ortaya çıkarabilir. Buried (toprak altında) filmi de bu iki başarılı örnek gibi 95 dakika boyunca sizi içten içe gererken ana karakterin çaresizliğine de ortak ediyor.

Irak'a malzeme götüren bir şirketin kamyon şoförü olan Paul Conroy gözlerini açtığında kendini bir tabutun içinde, gömülmüş vaziyette bulur. Tüm sahip oldukları ise bir cep telefonu, çakmak çakı, el feneri, glow stick (kırıldığında ışık yayan çubuk) ve kalemdir. Telefonla kendisine ulaşan ses ise 3 saat içerisinde 5 milyon dolar bulmasını ister. Aksi takdirde kendisi toprak altında ölecek, ailesi ise savunmasız bir hedef olacaktır. Tüm film boyunca Paul'ün tabutunu gözlemek yerine adeta aynı durumda kısılıp kalmış gibi hissediyorsunuz. Yer yer kızmıyor da değilsiniz, "neden orayı aradın" "neden böyle davrandın" diye kendi kendinize söylenmeniz tükenen oksijen, zaman ve batarya sizin de aleyhinize işliyormuş gibi hissetmenizden başka bir şey değil. Bir yandan da sürekli o bildik "imajını kurtarmaya bakan süper güç hükümeti" kurgusuna güvenip güvenmemek ile teröristin talepleri ve akıl vermeleri arasında ikilemde kalıyor Paul. Tabi çalıştığı şirketin de ufak düzenbazlığı durumunu daha da zorlaştırıyor. 1 buçuk saati biraz aşan süre boyunca nefessizlik ve hayatınızı etkileyen insanoğlunun vardığı kokuşmuşluk gerginliğinizi artırırken tabutun içindeki Paul gibi  sinirden tepinebilmeyi istiyorsunuz.

Filmde görünen toplam 2 karakter var, birisi karakterimiz Paul (Ray Reynolds) ve kısa bir görüntüsüne tanık olduğunuz Pamela (Ivana Mino). Bunlar dışındaki diğer karakterler ise sadece telefon konuşmalarıyla filme katkıda bulunuyor. Atmosfer ise karanlık ve dar olmasını avantaja çevirip tabutun her santimini sonuna kadar kullanıyor. Filmin son birkaç dakikası ise gerilimin tırmandığı ve heyecanın arttığı sahneler. Senaryonun ayrıntısından da güzel bir şekilde faydalanarak nihayete ulaşıyor.

Kapalı mekanda geçen The Tape (Kaset) ve özellikle 127 Hours'a yakın bulduğum film zamanlaması ile Oscar'da 7 adaylık almış 127 Hours örneği dururken bir kaç adaylık alamaz mıydı diye düşündürmedi değil açıkçası. En iyi erkek oyuncu kategorisinde belki son uygulama olan 5 aday sınırlamasına takılmış olabilir Ryan Reynolds'un oldukça iyi performansı. Yine de teknik adaylıklar dahi olsa bir-iki kategoride görmek sevindirici olurdu bu başarılı filmi.

Zaman ve mekan probleminiz yokken tez vakitte izlemenizi dilerim. İyi seyirler.

Filmin Adı : Buried/ Toprak altında
Yapım Yılı : 2010
Yönetmen   : Rodrigo Cortes
Oyuncular  : Ryan Reynolds, Ivana Mino, Robert Paterson (Dan Brenner-ses), Jose Luis Garcia Perez (Jabir- ses), Stephen Tobolowsky (Alan Davenport-ses)
imdb Puanı : 7,3 (23,469 oylama)






19 Şubat 2011 Cumartesi

Dram içinde Dram?Hem de "Gerilim" soslu Dram..El Espinazo del Diablo/ Şeytanın Belkemiği

1939 senesi..Franco'nun diktatörlüğü ile hafızalara kazınmış nasyonalist-sosyalist çatışmasının oluşturduğu geri planda, çatışmalardan uzak ve güvende bir köşede bulunan bir "kızıllar yetimhanesi". Hatta müdiresinin deyimiyle hiç hoş karşılanmayacak "kızılların çocuklarına bakan kızıllar" yeri. 4 yetişkin ve savaşta yer alan ebeveynlerin "emanet" ettiği çocuklar. Bir bacağını ve çok daha fazlasını bu uğurda kaybetmiş Carmen, Carmen'e aşık Arjantinli "doktor" Caceres, genç ve güzel eğitmen Conchita ve 15 yılını burada geçirip nefretle dolsa da yine kürkçü dükkanına dönmüş olan Jacinto. Babasının bir arkadaşına, arkadaşının da bu yetimhaneye bıraktığı küçük Carlos, Carlos' un gelmesinden rahatsız olan yaşça biraz daha büyük Jaime ve diğer çocuklar..

İlk yarım saatte bize çocukların o naif ve büyümeye meyilli dünyaları izletilirken bu saf dünyalara leke bulaştıran her zamanki gibi yetişkinler oluyor. 4 yetişkinin sırları ve ilişkileri adım adım atmosferi gererken Carlos' un şahit olduğu hayalet ise gerilimi somutlaştırıyor. Burada gerilim kelimesini netleştirmek isterim ki beklentiniz farklı yönde olmasın. Gerilimi sizi koltuktan sıçratma denemeleri yapmak yerine hikayeye yedirerek yetimhanedeki atmosfere ortak olmanızı sağlayarak germeyi tercih ediyor del Toro, ki bunda başarılı olduğunu söylemekte yarar var. Hikayenin bağlanacağı noktayı tahmin etmek sıkı izleyiciler için zor olmasa gerek, fakat bu açığını da (ki gerçekten bir açıksa) hikayeye dramı da ekleyerek (ki film gerilimden çok dram havası estiriyor) kapatmayı başarıyor film.

Del Toro demişken bir parantez açalım. Bu ismin yönetmenliğinde çekilmiş El laberinto del Fauna/ Pan'ın Labirenti 2006) filmini izleyenler bu film ile yapımcı olarak yer aldığı El Orfanato/ Yetimhane'nin (2007) bir karışımını görmek mümkün bu filmde. Fakat bahsettiğimiz filmin diğer iki filmden önce (2001) çekilmiş olduğunu ve dolayısıyla iki filmin karışımı yerine bir filmin ayrışmasını kastettiğimi ekleyeyim. Pan'ın labirenti arka planda yer alan tarihsel dönem açısından, Yetimhane ise mekan ve filmin genel atmosferi açısından bu filmden izleri taşıyor demek yanlış olmaz.

Dram yönü ağır basan hikayelerden ve gerçekliğini aktaran karakterler barındıran filmlerden hoşlananlar için İspanyol sineması bolca takdir gören Avrupa durağıdır. Bu filmde değişik türlerden yerinde ve dozunda beslenerek 1 saat 46 dakika gibi bir sürede başarıyla işin üstesinden geliyor del Toro. Hoş bir filmle biraz gerilip biraz içinizin burkulmasına şahit olmanız için ideal bir film. İyi seyirler dilerim..

Filmin Adı : El Espinazo del Diablo/ The Devil's Backbone/ Şeytanın Belkemiği
Yapım Yılı : 2001
Yönetmen   : Guillerme del Toro
Oyuncular   : Marisa Paredes, Eduardo Noriega, Frederico Luppi, Irene Visado, Fernando Tielve.
imdb Puanı : 7,6 (17.920 oylama sonucu)






17 Şubat 2011 Perşembe

Hayatta sıkışıp kalmak.. Çoğunluk / Majority..

Venedik'ten Hindistan'a geniş bir yelpazede, özellikle ülkemizdeki festivallerde sayısız ödül kazanan Çoğunluk filmini epeydir merak ediyordum. Gerek konusunu okuduğumda ve filmin fragmanını izlediğimde oluşan merak, gerekse çoğu yerde karşılaştığım olumlu izlenimler bu merakı giderek artırdı ve sonunda filmi edinip izlemeyi başardım.

Film, artık askerlik çağına gelmiş Mertkan' ın etrafında şekilleniyor. Açık öğretim öğrencisi, babasının şirketinde getir-götür işlerine bakan Mertkan, İstanbul' un "avantajlı" kesiminde yer alan ailesi ile donuk bir hayat yaşamakta iken bir kafeden tanıdığı Gül ile arkadaşlık kurmaya başlıyor, tabi bu arkadaşlık daha sonra ilişkiye doğru sürükleniyor. Bu sırada elinde büyük bir güç (para) bulunan babası ise Mertkan'dan memnun olmak şöyle dursun, her hareketinde rahatsızlık duyacak bir nokta buluyor, hatta Mertkan'ı da rahatsız etmekten geri kalmıyor.Ailede belki de en mutsuz kişi olan anne ise yıllarını "saçını süpürge etmek"le ve buna karşılık kocasından ve oğlundan sevgi ve -belki daha da önemlisi- saygı görememiş olmaktan çökmüş durumda bulunan depresif bir kadın görüntüsü çiziyor. Tabi her karakterle ilgili derin sosyolojik çıkarımlarda bulunmak fazlasıyla mümkün fakat bunları olabildiğince kısa aktarmak daha faydalı olabilir. Gencimiz "adam olmasını" isteyen babası, yılları boşa geçirmiş annesi, orta katmana tutunmuş günümüz genci (!) arkadaşları ve doğulu olması nedeniyle ne gencimizin babası ne de arkadaşları tarafından hoş karşılanmayan kız arkadaşı ve her karakterin beraberinde senaryoya eklediği sorunları ile kapkara bir tabloya hapsolmuştur.

Film bu kara öyküde bir çıkış macerası anlatmaktan çok bu sıkışmışlığı enine boyuna anlatarak bir kesit sunmayı, bu yönüyle daha da gerçekçi olmayı başarabiliyor. Filmde gördüğünüz taksiciden inşaattaki işçiye kadar her karakter gerçek hayatta karşılığını bulabileceğiniz yüzlerce, binlerce kişiden biri. Mertkan ve ailesi ise sizin olmasa da çevrenizde duyduğunuz, varlığından haberdar olduğunuz pek çok sorunlu aileden birisi. Gül' ü ise anlatmaya gerek yok sanırım. Hayatı boyunca para sahibi olanların eğlencesi olacak,  milliyetçiliğin hışmına uğramaya mahkum bir genç kız.

Bunca sözden sonra filmle ilgili sorulması gereken temel soru  şu olmalı : Bolca gerçek karakter ve başı-sonu olmayan bir hikayeyi çok başarılı bir aktarım, sizin film zevkinize uyuyor mu? Eğer bu noktaya rağmen çok gerçek ve her detayında bir çıkarımda bulunabileceğiniz bir film arıyorsanız, Çoğunluk'u izlemeyi kaçırmayın. İyi seyirler..

Filmin Adı : Çoğunluk / The Majority
Yönetmen   : Seren Yüce
Oyuncular   : Bartu Küçükçağlayan, Esme Madra, Settar Tanrıöğen, Nihal Koldaş, Erkan Can
imdb Puanı  : 7,5 /10 (330 oylama sonucu)

11 Şubat 2011 Cuma

Bir yaşam kaç dram taşıyabilir? El Hijo De La Novia/ Gelinin Oğlu..

Daha önce Nueve Reinas/ Dokuz Kraliçe'den bahsettiğim şu yazıda ayrı bir yer ayırmıştım Ricardo Darin'e. Geçen senenin tartışmasız en iyilerinden El Secreto De Sus Ojos'la tanımış ve oldukça beğenmiştim. Ardından kısa bir aramayla Nueve Reinas, El Aura ve El Hijo De La Novia'yı not etmiş, bir şekilde izlemenin fırsatını kollamıştım. Önce Nueve Reinas, sonra El Aura ve nihayet son filmi de izlemiş bulundum, ve söylemem gerekir ki Darin favorilerim arasında sağlam bir yerde artık.


El Hijo De La Novia, yani "Gelinin Oğlu" 2001 yapımı bir Juan Jose Campanella filmi, yani pek sık tekrar ettiğim El Secreto De Sus Ojos'un da yönetmeni. Film sonraki yıl (2002) Arjantin'in yabancı dilde en iyi film Oscar ödülü kategorisinde temsilcisi olmuş ve Amelie'ye kaybedenler safında eşlik etmişti. Filmin Oscar adaylığı dahil ulusal ve uluslararası organizasyonlarda 39 adaylıktan 29 ödül çıkardığını da belirtelim.



40'li yaşların başındaki Rafael, aile mirası restoranlarını işletmenin kendine has sorunlarıyla uğraşırken  genç kız arkadaşı Naty'nin sorunlarına, boşandığı evliliğinden kızı Victoria'nın büyümesine seyirci kalmakta, "tüm gün çalıştığı için" onlarla ilgilenememektedir. Fakat hepsinden önemlisi artık alzheimer hastalığına teslim olan annesini, gençken sorunlar yaşadığı annesini, annesine delice aşık babası Nino'nun ısrarlarına dayanamaması dışında, görmemekte direnmektedir. Tüm bunların eşliğinde ve tatsız bir boşanmanın neticesinde ne aşka inancı kalmıştır, ne de hayatta en büyük başarısı olarak gördüğü -batmaktan kurtardığı- restoranını annesinin yüzüne vurma şansı. Fakat bir süre sonra tüm bu sorunlar Rafael'in kalbinde buluşur ve Rafael hayatıyla ilgili sorular sormaya başlar. Üstüne 20 yıldır görmediği arkadaşı Juan Carlos da eklenince ortaya 120 dakika boyunca bir sahnede gülerken hemen sonraki sahnede gözünüzün dolduğu, ve bunu sürekli olarak tekrarlayan enfes bir film ortaya çıkar. Nedensiz yere sırıtırken bir anda mendili ararken bulabilirsiniz kendinizi. Dram denen şey Güney Amerika' ya uğradığında ortaya çok güzel filmler çıkıyor şüphesiz. Hem de latin diyarların bize yakın gelen sıcaklığı da bambaşka doğrusu.

İnsanlar ısrarla ararken köşede kalmış bir "ben olmadan önceki ben" duruşlu film El Hijo De La Novia. Kimisi Rafael gibi sorunlara batmış durumda, kimisi baba Nino gibi 44 yıldır -hala- aşık durumda, kimisi ise ansızın çıkıp gelen Juan Carlos gibi hayatı "tıkırında" yaşıyor hayatta. İşte bu film hepsinin karışımı, bol dram, bol gülümseme, tarifsiz aşk. Her karakterin gülümseten diyaloglarının altında inanılmaz dramlar yatmakta. Her karakterin kendine ait sorunları seyirci de -adeta tanıdık bir tadı anımsamak gibi- hissediyor, ve filmin keyfi de bir kaç kat artıyor.

Meraklı olanlar elbet bulup izleyecektir,izleyenler arasında da yayılacaktır, umarım pek çok kişi izler ve bu tattan mahrum kalmaz. İyi seyirler dilerim.

Filmin Adı : El Hijo De La Novia / Son of the Bride/ Gelinin Oğlu
Yapım Yılı: 2001
Yönetmen : Juan Jose Campanella
Oyuncular : Ricardo Darin, Hector Alterio, Norma Aleandro, Eduardo Blanco, Natalia Verbeke
imdb Puanı : 7,8/ 10 (4.995 oylama sonucu)

7 Şubat 2011 Pazartesi

Yalnızlık Paylaşılmaz (mı?).. The Station Agent / Hayatın İçinden .

"Yalnızlık paylaşılmaz; paylaşılsa yalnızlık olmaz"..  Özdemir Asaf'ın ünlü şiirinin son mısralarıdır, belki şiirden daha meşhur mısralardır. Station Agent filmi de aynen bu şiirin ilk mısraları gibi başlıyor aslında. Kulak verelim Asaf'a : "Yalnızlık yaşamda bir an, hep yeniden başlayan, dışından anlaşılmaz" ... Minik yetişkinimiz Fin de dış dünyaya, yersiz ve alaycı tepkilere ördüğü duvarlar arasında,kendi kabuğunda yaşarken bir anda çıkagelen yalnızlık ve yepyeni bir yaşam ile yüzyüze kalıyor. Değişen hayata ve yeni bir kasabaya rağmen yanına aldığı bavullarda taşıdığı duvarları, bu yeni yerde de tek güvencesi oluyor. Ya da en azından öyle olmasını umuyor. Tabi bu yeni kasabada kabuğunda yaşayan sadece kendisi değildir. Yeni -ve zorunlu- komşusu Joe ve ısrarlı kazalar yoluyla tanıştığı Olivia da kendi kabuklarına çekilmiş ve sorunları ile boğuşan diğer ana karakterler olarak karşımıza çıkıyor. Garip bir şekilde bu 3 insanın hayatı kesişmiş, artık her biri kendisi için "aşılması gereken" durumlarla yüzyüze gelmişlerdir.


In Bruges filminden bahsederken filmde yer alan cüce muhabbetinden bahsetmedim, filmle ilgili hoş bir detay olduğundan belki de. Fakat ne garip tesadüftür ki bir sonraki yazı başrolünde küçük bir yetişkin yer alıyor; Peter Dinklage. Hem de oldukça iyi bir performansla takdir kazanıyor. Hikayedeki diğer iki ana karakterde rol alan Bobby Connovale ve Patricia Clarkson ise iyi yardımcı oyuncu performanslarının bir filmi ne denli öne çıkarabileceğine örnek performanslar sergiliyorlar. Özellikle Patricia Clarkson, son derece hüzünlü bir hikayesi olan Olivia karakterinde göz dolduruyor.


Bu denli övgüden sonra filmin gürültü koparmamış iyi filmler tarafında yer almasının nedeni hakkında iki çift söz etmek gerekir sanırım ; Bağımsız yapımlar diye tabir ettiğimiz düşük bütçeli sağlam yapımlar. Bol efektli, milyon dolar bütçeli yapımlar ne kadar insanın hayal dünyasına hitap ediyorsa da, esas gönlünü çalan filmler büyük bir oranla düşük bütçeli, fakat abartısız "gerçekçi" oyunculuklar içeren bu tarz yapımlar oluyor.Hollywood eksenine yerleşmiş Amerikan sinemasının yüz akı desek de abartmış olmayız sanırım.

Yalnızlıktan dem  vuranlar, Asaf' ın dizeleriyle halini anlatanlar. Siz de izleyip karar verin bakalım ; Yalnızlık paylaşılır mı?

İyi seyirler dilerim.

Filmin Adı   :  The Station Agent /Hayatın İçinden
Yapım Yılı  :  2003
Yönetmen  :   Thomas McCarthy
Oyuncular  :   Peter Dinklage, Bobby Connovale, Patricia Clarkson
imdb Puanı :  7,9 ( 22.866 oylama sonucu)

4 Şubat 2011 Cuma

In Bruges

Kimi zaman öyle filmlerle karşılaşıyor ki insan, film bittiğinde her ne kadar beğense de kararsız kalabiliyor. Sanırım herkese hitap etmeyebilecek filmlerde çokça hissediliyor bu kararsızlık. In Bruges da böyle bir film işte. Bir kısım oldukça beğense de, filmin "overrated", yani abartılmış olduğunu düşünenler de azımsanmayacak kadar olsa gerek.


Herkese hitap etmiyor gibi görünmesinin birkaç temel nedeni var aslında. Birincisi -ve bence en önemlisi-filmin modern bir kara film niteliği taşıması. Zaten "film noir"in evvelden beri,adeta "cepheleşmiş" izleyicileri bulunur. Bir kısım bu filmlerin iyi örneklerini oldukça beğenirken, diğer kısım ise gereğinden fazla "kafa yorucu" ya da "anlaşılmaz" bulduğundan küçümseyici bir tavurla "sanat filmi işte" tabirini kullanır. Blue Velvet/Mavi Kadife'den Lost Highway/Kayıp Otoban'a pek çok film de bu kutuplaşmış düşüncelerin ortasında kalmıştır. Tabi burada belirtmek gerekir ki kastettiğim kutuplaşma akademik olarak en donanımlısından ekran karşısına sadece hoş vakit geçirmek için geçen kişilere uzanan geniş bir yelpazeyi kapsamakta ve çoğunlukla internet üzerinden, yerli yabancı pek çok sitede edindiğim izlenimlere dayanmaktadır. In Bruges bittiğinde işte bu düşünceleri anımsadım tekrar. Hem kara filmin kendine özgü tadını vermesi, hem de filmdeki esprilerin İngiliz mizahını yansıtması filmin her damakta bıraktığı tadın farklı olmasına neden oluyor belli ki. Filmin hem senaristi hem de yönetmeni olan İrlandalı Martin Mcdonagh'ın oyun yazarı kökenli olduğunu ve bu kökeni filmin her dakikasında hissettirdiğini de vurgulayalım geç olmadan ki filmdeki diyalogların ve göze batan kimi kısımların sebebi de tiyatro sahnesinden taşınmış gibi durmasını açıklasın. 

"Onları öldürdükten sonra silahı  Thames nehrine attım, elimdeki kirleri Burger King'in tuvaletinde yıkadım ve talimatları beklemek üzere eve yürüdüm.." cümlesi ve gecenin sessizliğinde Brugge'un dar sokaklarıyla açılıyor film ve bizi nasıl bir atmosfer ve mekanın bizi beklediği konusunda haberdar ediyor adeta. Brugge kentinin tarihi dokusunu güzel bir biçimde yansıtırken filmin ilk 20 dakikasında bu dokuyu kullanarak görsel açıdan bir ziyafet sunuyor Martin Mcdonagh. Bu görüntüler bizi mest ederken hikaye hakkında da temel noktaları gayet güzel biçimde ve seyircinin gözüne sokmadan aktarmayı da başarıyor. Colin Farrell'in oynadığı karakter (Ray) Brugge'dan tam anlamıyla nefret ederken ortağı (Ken) rolündeki Brendan Gleeson ise belli ki görmüş geçirmiş olmanın da olgunluğuyla tadını çıkarmaya çalışıyor bu zorunlu tatilin. Tabi tatilden çok bir sonraki görevlerini bekledikleri durak olması da Ray karakterinin bekleyişini bir kat daha zorlaştırıyor içten içe. Film ilerledikçe karakterler hakkında öğrendiğimiz detaylar da oyunculukların (özellikle Colin Farell'ın oyunculuğuna dikkat) ne denli muazzam olduğunu anlamamızı sağlıyor. Bir süre sonra hikayeye dahil olan "patron" ise durgun ilerleyen filme ani bir ivme kazandırarak seyri kolaylaştırıyor ve filmin "hazmını" kolaylaştırıyor.Hikaye ile ilgili daha fazla ipucu vermek yerine geri kalan tüm lezzeti meraklılarına bırakmak daha doğru olacak sanırım.

In Bruges'un çok şaşırtıcı-yenilikçi-özgün olduğu söylenemeyecek bir hikayeyi leziz görüntüler, türe özgü o sakin ve karanlık atmosfer, ilginç diyaloglar ile ilgi çekici bir hale getirme noktasında başarısı göz ardı edilemeyecek bir film olduğunu belirtmek isterim. Tabi bununla beraber her damakta aynı tadı bırakmayacağını da yinelemek gerekir.

İyi seyirler dilerim.

Filmin Adı : In Bruges
Yönetmen : Martin McDonagh
Yapım Yılı : 2008
Oyuncular : Colin Farell,Brendan Gleeson, Ralph Fiennes, Clemence Poesy
imdb Notu : 8,1 (107.667 oylama)

3 Şubat 2011 Perşembe

"Aşta Tesadüfe Yer Yoktur".. O Homem Que Copiava.

İnsanın güzel bir film ile karşılaşması kimi zaman şansa kalıyor, kimi zamansa güvendiklerinin tavsiyesine. Hele ki bilenlerin çok çok az olduğu filmlerdeki tereddütü çoğunuz yaşamıştır.Bu filmi seçerken biraz araştırmıştım ve genel itibariyle beğenilen bir yapım olduğu izlenimini edinmiştim. Fakat bu denli eğlenceli olacağını tahmin etmiş miydim? Hayır. İşte O Homem Que Copiava işte bu beklenti ve izlenimlerle başladı. 2003 yapımı bu Brezilya etiketli film de başta "acaba" dedirten fakat filme başladıktan 10 dakika sonra iyi bir filmin beni beklediğini sezdiren bir filmdi, ve beklediğim gibi de oldu.



Babası küçük yaşta evi terk etmiş,19 yaşındaki bir fotokopi operatörü (!) ve amatör bir çizer olan Andre, tekdüze ve maddi açıdan "sallantıda" hayatında iki şey istemektedir ; daha fazla yaşlanmadan zengin olmak ve her akşam saat 11'de dürbünü ile izlediği, fakat konuşabilmeyi bir türlü beceremediği Silvia. Bu "düzenli" hayatında tek arkadaşıolan alımlı Marines "hayatının zengini"ni beklerken, beş parasız Cardoso da Marines için deli olmaktadır. Bir giyim dükkanında çalışan Silvia ise genç yaşta ölen annesinin ardından neredeyse hiç iletişim kurmadığı babası ile yaşamakta, Andre'nin düşlerini süslemektedir. Bu dörtlü etrafında şekillenen hikaye sonunda hepsinin istediğini elde edebilecek midir? İşte siz de -biraz uzun sürmesine rağmen (123 dakika)- film boyunca bunu merak ederek hikayeye dahil oluyorsunuz. Ve 2 saat boyunca tek bir dakika bile filmden sıkılmıyorsunuz. Hikayenin son yarım saati ise evlere şenlik. Andre'de aşkı, Silvia'da ise hüznü ve umudu bulurken Marines ve Cardozo ekseninde eğlence yönü de tamamlanmış oluyor.

Filmin sonunda ise hoş bir finalle benim başlıkta düşündüğüm şey aklınızda kalıyor.. "Aşkte tesadüflere yer yoktur".

İyi seyirler dilerim.

Filmin Adı : O Homem Que Copiva/ The Man Who Copied/ Kopyalayan Adam (?)
Yapım Yılı : 2003
Oyuncular  : Lazaro Ramos (Andre), Leandra Leal (Silvia), Luana Piovani (Marines), Pedro Cardoso (Cardoso). 
imdb Puanı : 7,9 (3.255 oylama)

2 Şubat 2011 Çarşamba

"Hayatta doğru insanı kaç kere bulabilirsin?" / Once

"Bir film izledim ve.." diye bir giriş yapasım var yazıya.. Sabahın 5'inde izleyip de muhteşem bir parçaya avaz avaz eşlik etmemek için kendimi zor dizginliyorum. Neden bunca süre bekledim izlemek için bilmiyorum fakat sanırım en doğru zamanda izledim "Once" isimli filmi, ki bundan sonra da "Once" şeklinde yazacağım zira filmin Türkçe bir ismi yok. Öyle bir film ki, en "baba" müzikaller bile bu denli etkileyici olmayı başaramadı gözümde, zamansız ve şov amaçlı parçaları, yok yere dansa başlayan milyon dolarlık şöhretleri ile. Oysa ki İrlanda'dan çıkıp gelen bu filmde The Frames isimli grubun solisti olan Glen Hansard'ın gitarı ve sesi ile halihazırda bir piyanist olan Marketa İrglova'nın tuşlara dokunuşunun tarifsiz bütünleşmesi insanı  şarkıları tekrar tekrar dinlemeye, dinledikçe daha bir bağırarak eşlik etmeye teşvik ediyor. Filmin bu denli sıcak ve doğal olmasının önemli bir nedeni de iki başkarakterin de oyuncu olmaması.  1 saat 26 dakika gibi kısa bir süredeve basit bir hikaye etrafında, üstelik bu sürenin yarısını -belki daha fazlasını- birbirinden güzel parçalar ile geçirerek bu denli sıcak bir film yaratmak gerçekten inanılmaz.

Umutsuz bir aşkın peşinde Londra'da sürüklenen ve annesinin ölümüyle Dublin'e, babasının yanına dönen delikanlımız -ki filmde bir isim geçmiyor- babasının dükkanında elektrikli süpürge tamir ederken bir yandan da sokaklarda şarkılarını söyleyerek yaşamını kazanıyor. Çek Cumhuriyeti'nden Dublin'e kızı ve annesiyle,kocasını geride bırakarak, göç etmiş kızımız  -o da isimsiz- ise aynı sokaklarda çiçek satarak geçimini sağlamaya çalışıyor. Ve bu iki dünyanın bir akşam kesişmesiyle iki ilişki mağlubu, hayat mağduru , ki isimsiz olmalarının temel nedeni de bu durumdaki her ademoğluna sesleniyor olması bence, zevk aldıkları şeye, müziğe sığınarak bize bol bol ziyafet sunuyorlar. Tabi öyküye tanıklık ettikçe sevginin illa ki bir öpücük ya da beraber olmak değil; doknumadan öte, aynı havayı solumanın, aynı kaldırıma oturmanın verdiği mutluluk olduğunu hatırlıyoruz.Filmin sonu da bizi sevgi denen kavram hakkında düşünmeye mecbur bırakıyor zaten.

Uzun süreden beri kabul edildiği gibi bir kere daha belirtmek gerekir ki, öyle filmler, öyle hikayeler sizi bulur ki, dev bütçeli, bol efektli, teknoloji şaheseri sayısız filmlerin hep eksik bıraktığı bir yanı, belki de en önemli yanı tek başına  doldurur, yüreğinizde derinleşir. Bu film de tam eksikliğini çektiğiniz duygular için yaratılmış bir film. Hepimize dair duygular içeren bir film.



En kısa zamanda karşılaşmanızı ve izlemenizi dilerim. O kadar müzikle iç içe bir film olduğundan dem vurup da filmin hem başında hem de sonunda eşlik eden,aynı zamanda 80. Oscar ödüllerinde en iyi şarkı ödülümü de almış "Falling Slowly" isimli parçayı filmden sahneler eşliğinde paylaşmadan bitirmeye içim elvermedi. Beğenmenizi umuyorum.

Filmin Adı   : Once
Yapım Yılı  :2006
Yönetmen  :John Carney
Oyuncular : Glen Hansard , Marketa Irglova
imdb Puanı :8,0 (36.094 oylama)

--Falling Slowly--
i don't know you
but i want you
all the more for that
words fall through me
and always fool me
and i can't react
and games that never amount
to more than they're meant
will play themselves out

take this sinking boat and point it home
we've still got time
raise your hopeful voice you have a choice
you've made it now

falling slowly, eyes that know me
and i can't go back
moods that take me and erase me
and i'm painted black


you have suffered enough
and warred with yourself
it's time that you won

take this sinking boat and point it home
we've still got time
raise your hopeful voice you had a choice
you've made it now

take this sinking boat and point it home
we've still got time
raise your hopeful voice you had a choice
you've made it now
falling slowly sing your melody
i'll sing along




1 Şubat 2011 Salı

Toki o kakeru shojo/ The Girl Who Leapt Through Time/ Zamanda Atlayan Kız

Animasyon ya da anime deyince aklımda hep benim gibi ruhunda çocukluğuna dair bir şeyleri kaybetmemiş, hatta ona sımsıkı tutunmuş binlerce insan gelir. Hayat telaşına ruhunu kurban vermemiş azınlık gibi kalmış binlerce insan.. Hayal dünyasına öyle çok kaçan, kendine masallar yaratmış binlerce "yetişkin". Bir anime ya da animasyon yazmak kaçınılmazdı benim için ve bu yazının bir anime olması ayrıca seviindirici,
.
Lise çağında bir genç kız olan başkarakterimiz Makoto, her zamankinden farklı olduğunu fark etmekte geç kalmadığı bir günde yaşadığı sayısız aksilikten sonra belki de en büyük şanssızlığı fark ettiğinde son sürat ilerleyen bisikletinin frenleri tutmamakta ve genç kız gelen trenin altına girmek üzeredir. Hiçbir şey fayda etmez ve Makoto trenin önüne fırlar. İşte bu anda inanılmaz bir şey gerçekleşir ve Mototo kendini daha az önce frenleri tutmayan bisikletle geçtiği yolda bulur. Bir şekilde zamanda geri gitmeyi başarmış ve kurtulmuştur. Böylelikle yolunda gitmeyen her anı geri aldığı bir dizi olaylar birbirini izler. Geri aldığı ve başına gelen kötü olaylardan kurtulduğu her anda,bu sevinçle, olaylarda kendisi yerine geçecek yeni bir kurban yarattığını düşünmemektedir tabi ki.Hele ki olaylar içinden çıkılmaz bir hale geldiğinde bir ikilemde kalmak zorunda kalacaktır. Hep kendini düşünmekten farkına varamadığı pek çok şeyi de bu olaylar boyunca farkına varır ve olmak istediği kişi konusunda kesin bir karara doğru sürüklenir.

Filmin başlarında göze çapan bir cümle filmin vermek istediği mesajı gayet iyi özetliyor aslında : "time waits for no one/ zaman kimseyi beklemez." .

Her ne kadar çocuklar içinmiş gibi görünse de , pek çok anime gibi Toki o kakeru shojo da esas yetişkinlere yönelik ve eğlenceli olmasının yanı sıra duygusal yönden de gayet doyurucu bir film. Saklı köşelerde kalmış olsa da imdb'de 7,9 gibi yüksek bir puana layık görülmüş olduğunu belirtmem gerek. Animasyona meraklı kişileri olduğu kadar anime sevdalılarının da mutlaka görmesi gerekli kanaatimce.

Filmin Adı   : Toki o kakeru shojo / The Girl Who Leapt Through Time

Filmin Yapım Yılı : 2006

imdb.com Puanı : 7,9 (7206 oylama)