11 Aralık 2009 Cuma

İyiler Gider, Hayat Daha Bir Grileşir..


"kuzucuklarım" diye seslenişini az farkla kaçıran bir neslin ferdi olarak bana iyiliğin simgelerindenmiş gibi gelen, gülüşünü her duyuşumda insana verdiği mutluluğu ve neşeyi doyasıya hissettiren, sevmeyeni olabileceğini aklımdan dahi geçiremediğim, dünyada "iyi" diye parmakla gösterebileceğimiz şeyler hızla azalırken, bunca yıla rağmen hafızalardan ve gönüllerden silinmeyen "Adile Teyze"mizin ruhu şad olsun..

5 Aralık 2009 Cumartesi

4 Aralık 2009 Cuma

ENGELLER ÜZERİNE

3 Aralık maksadıyla yazdığım bu yazıda "engelli" tabirini oldukça üzüntü verici ve hatta sinir edici bulduğumu yazdım,gün bitti, ders geçti, sıra geldi neden böyle hissettiğime.. Kendi seçimi olmayan nedenlerden dolayı kabul edin veya etmeyin biraz yan gözle baktığınız, en azından ilk duyduğunuzda daha bir mesafeli yaklaştığınız kişileri bir etiket, bir unvanmışcasına bu sözcükle nitelemek biraz sinir bozucu gelmiyor mu size de? Ya da soruyu sormadan önce biraz karşılaştırma yapalım da, bu sözcüğü esas hak edene beraber karar verelim..

Giriş ne kadar yumuşak olduysa bu kısım size en az o kadar sert gelecek, baştan uyarmadı demeyin. Misal biz kafesler ördüğümüz yaşamımızda kendine ile zaman ayırmaktan aciz koşuşan köleler?.. Çok mu özgürüz, çok mu özgürsünüz hep bir yerlere yetişme telaşı yakamıza yapışmışken?.. Ya da niteleme sıfatınız olmadan tarif edemeyeceğiniz kimi zaman doğa, kimi zaman gezi düşkünü , eğlenmenin, mutlu olmanın "gerçek" anlamını bilen kocaman yürekler mi?.. Biz 10 dakika elektriksiz kalınca sinirden sıkıntıdan yüzü asılan bireylere inadına tezat oluşturan, belki bir ışık hüzmesini hissetmemiş ama yeri geldiğinde bir meşin toparlağı ağlarla buluşturan,  veya bir sepettopunu kusursuz bir baskete çeviren gönül gözü açıklar mı?.. Sen mi ben mi anlıyoruz sanattan, duygudan, hissettiğini aktarmaktan, yoksa kah ayağına yerleştirdiği fırça ile, kah yitirdiği işitme duyusuyla bestelediği eserlerle alemi kendine hayran bırakanlar mı?..Halı sahada haftada bir sigara çekmiş ciğerleriyle top peşinde yuvarlanan mı sporcu, ağzıyla attığı ok ile zihinlere saplanan mı?.. Hayat denen kargaşa içinde, anlamsız bir hırsın peşinde, elinin kirini kazanmak uğruna  insan olmanın tüm değerlerini ayaklar altına alan, geceyle gündüzü bir edip gözaltı torbalaşan mı güzel , yoksa nefes aldığı her anın keyfini çıkarmayı bilen, parıldayan gözleriyle etrafına neşe saçan mı?..

İşte bu yüzden, dün, 3 Aralık hepimizin günüydü, biz, asıl engellilerin, yaşam engellilerinin..Gününüz bir kere daha kutlu (!) olsun..

10 Kasım 2009 Salı

10 KASIM...

10 Kasım 1938 Atamızın ölüm tarihi değil, Türk ulusunun gönlünde ölümsüzlüğünü kazandığı tarihtir. Atamızı, bize gösterdiği yolda dosdoğru ilerleyebilen onurlu gençler olarak rahmet, saygı ve şükranla anıyoruz.


29 Ekim 2009 Perşembe

Cumhuriyet Bayramı..

Temeli büyük Türk milletinin ve onun kahraman evlâtlarından mürekkep büyük ordumuzun vicdanında akıl ve şuurunda kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem prensiplerimizin bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği fikrinde bulunanlar, çok zayıf dimağlı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların, Cumhuriyetin adalet ve kudret pençesinde lâyık oldukları muameleye maruz kalmaktan başka nasipleri olmaz. Benim naçiz vücudum birgün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşıyacaktır. Ve Türk milleti emniyet ve saadetinin kefili olan prensiplerle medeniyet yolunda, tereddütsüz yürümeğe devam edecektir.



27 Ekim 2009 Salı

"Pablo Neruda, Biz Orada"..

" İl Postino" .. Nam- ı Türkçe " Postacı ". Pablo Neruda' nın, Şili' nin dünyaya armağanı, kiminin aşağılayıcı bir tonda söylediği kadarı ile " solcu şair " ..Esasında tüm dünyanın hayran olduğu şair. Sürgün hayatının anlatıldığı filmde mektuplarını iletmekle görevli postacı ve şefinin diyalogunda geçtiği gibi söyler isek :

-  Kadınların hayran olduğu biri?
+ Tüm insanlar hayran!
-  Aşk şiirlerinin şairi?
+ Tüm insanlığın şairi!!
-  Ama aralarında kadınlar da var!

Filmden biraz daha söz etmek gerekirse İtalyan kasabasında babası ve adanın çoğu erkeği gibi balıkçılık yapan Mario Ruoppolo işi bırakır ve gördüğü ilan üzerine postacılığa başlamaya karar verir, hem de adaya sürgün olarak gelecek olan Pablo Neruda' nın - Don Pablo' nun - postacısı olarak! Adayı,içinde barındırdığı insan için dar bir dünya olarak gören Mario, Don Pablo ile tanışarak hayatını değiştirmeye başlar. Önce aşk, sonra şiir, ve nihayetinde Neruda ile benzer politik düşünceler hayatına yön verecektir artık. Neruda' nın karısına yazdığı bir şiiri, aşık olduğu bayana verir, kendisine bunu neden yaptığını soran Neruda'ya verdiği cevap ise şiirsever herkesin hislerine tercüman olacak cinstendir : " Şiir yazana değil, ihtiyacı olana aittir " .

Pablo Neruda , ya da asıl ismiyle Neftali Ricardo Reyes Basualto, 1904 yılının bir Temmuz gününde dünyaya gelir. İsmini değiştirme hikayesi için kendi sözlerine kulak verelim :

- gerçek şu ki, bu hikayede gerçek diye bir şey yok. babamın gerçeği fark etmesinden en çok korktuğum günlerde -çünkü böyle birşey felaket olurdu- bir dergiyi karıştırdım ve orada jan neruda imzalı bir hikaye gördüm. tam o sıralarda bir şiirimle bir yarışmaya katılmak durumundaydım. o zaman neruda soyadını seçtim ve ad olarak da pablo adını aldım. bu adın bir kaç ay sonra geçip gideceğini sanıyordum...

Her zaman yokluktan, yoksulluktan, acıdan, diktatörlükten kanayan topraklar olan Güney Amerika' nın aynı kaderi paylaşan  ülkesi Şili' de doğup büyümek ve bu acılara sessiz kalmamaktan daha doğal bir şey yoktur sanırım. Neruda' da sessiz kalmamış ve -Sezen Aksu' dan duyduğumuz bir şarkıyı hatırlatırcasına-  olaya son "Nokta"yı koymuştur :

nokta

Acılardan daha büyük bir evren yoktur,
Bir tek evren var, o da kanayan bir evren.

Kendi deyimiyle ortak bir amaçtır şiir ; "biz şairler nefretten nefret ederiz ve savaşa karşı savaşırız ". Ama aynı zamanda aşk şairidir, ve aşkı en güzel anlatan şairlerden olmuştur ; aşk ne kadar kısa,unutuluş ne kadar uzun...Ve acılarla yaşayan bir insan olarak acıyı sevindirmek istemez bir ömür boyu, sevdiğini kaybetse bile :

aşkım, ben ölürsem sen ölmezsen,
aşkım, sen ölürsen ben ölmezsem,
sakın yüz vermeyelim acıya..
hiçbir şey yaşamımızdan daha değerli değil.
Acı dedik ya, bir şiir daha yazalım ustadan, ama acıya ya da aşka değil, bizlere yazılan bir şiir. Bize öğüt, kulağımıza küpe olsun yaşam boyu, daha önce de yer almıştı bu sayfalarda, vurgulayalım tamamını yazarak..

yaşayacak yer açın onlara
ve düşünmeyin onların adına;
hep aynı kitapları okutmayın!
keşfetsinler şafağı bırakın!
ve kendi öpüşlerini tadımlasınlar
barış içinde aşk ve özgürlük adına!

"Büyük abi"  imalatı bir darbe ile yıkılınca uğruna inandığı her şey, o da yıkılır, zaten kendisine söylenmeyen
kanser de güçsüz bırakmıştır epeydir bedenini, "Ve çekip gidecekse bu can tenden.. Neden böyle sadık bana iskeletim.."dizelerini hayata armağan etmiş ünlü şair, 23 Eylül 1972 tarihinde, bir Nobel Edebiyat Ödülü, özgürlükten alıkonulmuş bir ülke, kendisine ve şiirlerine aşık bir halk ve dizelerinin büyüsünü tatmış bir dünya bırakır geride gözlerini kapadığında..

Sonuna gelirken bu yazının, son sözü söylemek haddime değil, bilirim. Ağır ağır ölmek nedir, anlatsın bakalım Don Pablo bizlere..

Ağır Ölüm

Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar.

Ağır ağır ölür tutkudan ve duygularından kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanmaların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.

Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.

Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.

Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.

Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.

Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına.

22 Ekim 2009 Perşembe

"GOODBYE BAFANA"... MADİBA ...

Geçtiğimiz günlerde izlediğim " Goodbye Bafana / Özgürlüğün Rengi " isimli film, bu yüzyılın en büyük özgürlük mücadelecilerinden birinin yaşadığı sıkıntılı hayatı, idealleri uğruna 28 yıl tutuklu kalan bir ismin hayatından önemli bir dönemi hafızama kazıdı adeta. Asıl adı "Rolihlahla Mandela" olan "Nelson Mandela"  ya da halkının hitap şekliyle " Madiba" ..28 yıl boyunca, tek suçu (!)   20 milyonluk zenci vatandaşın 4 milyonluk beyaz nüfusun baskısı altında yaşamasına göz yummamak olan birinin hapiste kalması.. İdamla yargılanırken söylediği sözler şöyle Madiba'nın ;   " beyazın tahakkümüne karşı savaştım, siyahların tahakkümüne karşı savaştım, demokratik ve özgür toplum fikrini öğütledim, bunun için ve bunu başarmak için yaşadım; bunun için ölmeye de hazırım" . Ne siyahları üstün görmektedir, ne de beyazları aşağılamaktadır. Önemli olan barış içinde yaşamaktır Madiba için. İnsan olmanın onurunu kavramış bir toplumdur hayali. "Beyaz Adam"ın oyununa gelen beyaz yurttaşları kendini 28 yıl tutsak etse de, O zerre kadar kin beslememiş, ilk demokratik seçimlerde beyazların büyük kısmı da ona destek vererek onursuz hesaplara alet olmayacaklarını göstermişlerdir. Nelson Mandela, Güney Afrika Cumhuriyeti' nin ilk zenci devlet başkanıdır.

Şimdi bir de yargılanmasına ve 28 yıl tutuklu kalmasına neden olan idealleri paylaştığı "Ögürlük Bildirgesi" nin başlangıcına göz atın ve bir düşünün..

" Biz, Güney Afrika halkı, ülkemiz adına bütün dünyaya sesleniyoruz :

  Bilinmelidir ki ; Güney Afrika, siyah olsun, beyaz olsun, üzerinde yaşayan tüm insanlarındır; onların özgür iradesine dayanmayan hiç bir hükümet, yönetme yetkisinin kendisinde olduğunu iddia edemez."

 Nelson Mandela, yüzlerce ödüle layık görünürken, içlerinden bir tanesini öyle bir nedenle reddetmiştir ki, son zamanlarda sıkça tartışılan bir konuya bundan tam 17 sene önce dikkat çekmek istemiştir. Bu ödül, 1992 senesinde kendisinin layık görüldüğü " Atatürk Barış Ödülü " dür. Reddetme sebebi ise Türkiye Hükümetine karşı iddia edilen insan hakları ihlali süçlamaları!! Ayrıca özgürlük mücadelesinin başlarında kurduğu ANC (Afrika Ulusal Konseyi) tarafından yapılan açıklamada reddetme hadisesinin Atatürk ile hiç bir alakası olmadığı, Atatürk' e bir saygısızlığın söz konusu olmadığı da belirtilmiştir.  Kendisine verilen ödülden iki sene önce aynı ödülün sahibine gözünüz takıldığında ne demek istediğini daha iyi anlamanız mümkün.. Sene 1990, ödülün sahibi Kenan Evren! Şimdi ANC açıklamasının başına dönecek olursak, reddetme sebebine hak vermek mümkün olabilir ; Nelson Mandela, tüm hayatını demokrasi, insan hakları ve baskılar karşısında özgürlük için hizmet etmek için harcamıştır.

Kaderin garip tesadüfüdür ki, Nelson Mandela, bizim vermeyi beceremediğimiz ödülden 1 sene sonra, 1993 senesinde Nobel Barış Ödülüne layık görülmüştür!

15 Eylül 2009 Salı

Sensiz geceye...

Bir deli hüzün dolu gece..Bir lacivert deniz en koyusundan... Ağlamak için en özgür saatler, en imkansız saatler dokunmak için sevdiğine.. Bir hüzünlü melodi kıvrılırken yüreğinde, aklında sevdiğin, içinde huzursuzluk, odanda yalnızlık... Umut dolu hayaller ve parlak olmayan gerçekler kavga ederken zihninde, sen umudun ayakta kalmasını dilersin.. Zor bir yıla daha başlarken memleketteki son akşamlarda, planlar yapar, sözler verirsin kendine... Zamanın değerini bilmek üzerine yeminler eder, başka anlamlar yüklersin herşeye.. kulaklıkta buruk bir gitara eşlik ederken keman, seni de ağlatır kemanın tellerinden damlayan yaşlar.. akar sessizliğe... karışır hıçkırıklar herkes uyurken çıkan horultulara.. bir umut kallır içinde..bir sevdiğin.. bir de yeminler.. yaşlar akar gider, yalnızlık kalır odanda...

KUTAY

10 Eylül 2009 Perşembe

"ÇİRKİN KRAL" ...

" Bir sanatçı olarak Yılmaz Güney diye bilinirim, asıl adım Yılmaz Pütün' dür. Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve baş eğmez anlamına gelir ; soyadım "Pütün" ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demektir. " .


Bu cümle ile başlar Yılmaz Güney' in kendi kaleme aldığı hayat hikayesi. Adeta kendini ismiyle tanımlar, adı kendine uyanlardan olduğunu belirtir gizliden. 1937 yılında başlayan hayatı 1984' te Paris' te sona erdiğinden beri Türk sinemasının en çok tartışılan, en çok eleştirilen, ama belki de en etkili filmlerine de imza atan yönetmen, senarist ve oyuncudur. Henüz 18' ine adım atarken, 1955 yılında yazdığı bir hikayede geçen " herkes eşit olsa dünya cennet gibi olurdu" cümlesi nedeniyle "komünizm propagandası yapmak" olur, ve hayatının büyük kısmında yer alacak olan mahkeme salonlarına ilk adımını atar. Bu duruşmalar sırasında genç yaşından beklenmeyecek ifadeler de verir hakim karşısında : "topraksız bir köylünün çocuğu olarak dünyaya geldim. babam zaza kürdü, annem kurmanc kürdü. halkım için en iyi yolun bilimsel sosyalizmden geçtiğine inanıyorum. ama yine de sosyalistim diyemem. sosyalizm çırağıyım sadece. öğrenmeye devam edeceğim ama safım belli. sosyalizm çırağı bir sinemacıyım." . Bu dava sonucu önce 7,5 yıl ağır hapis ve 2,5 yıl sürgün cezasına çarptırılır, ancak temyiz sonrası 1,5 yıl ağır hapis ve 6 ay sürgün cezası kesinleşir 1957 yılında.

bu duvarlar yetmiyor bizi ayırmaya bilesin.
bu parmaklıklar, bu demir kapılar, bu hava, inan.
bazen bir yumrukta yıkacak kadar güçlü,
bazen bir serçe kadar güçsüzsem, bir nedeni vardır.
hangi zorluğu yenmemiş insanoğlu.
hele taşıyorsa içinde bu insanca sevgiyi.
güzel günler zorlu duraklardan geçer sevdiğim.
damla damla birikiyor insan.
damla damla sevgili.
bir gün akıp gideceğiz hayata.
duvarlar yıkılacak, açılacak bütün kapılar bilesin.
benim yüreğim sensin şimdi, seni vurur durur.
ve yine damla damla çoğalıyorsun içimde.
 

Yılmaz Güney

Ancak onu üzen şey hayalini kurduğu yüksek öğreniminin yarım kalması gerçeğidir. Bundan sonra hayat dışında öğretmeni kalmamıştır, o da bunu dile getirir : "kitaplar, sinema, iş, cezaevi, acımasızlık, hayatın katı kuralları, toplumsal baskılar, kahpelikler, yiğitler. karşılaştığım zorlukları yenmek için direnmek ve kararlılık. öğretmenlerimden biri zor'dur." .  1972 yılında ise devrimcilere yardım ve yataklıktan hapse girecektir. Bu olayın da ilginç öyküsü vardır, polis bu "devrimciler"i ararken çirkin kral arabasında, yanındaki koltukta aranan gençlerle polisin yanından geçer, durdurulmaz aranmak için, hatta tezahüratlar yapılır adına. Daha sonra evini aramaya gelen polisler kaçaklar nerede diye sorduğunda o sakince " yukarıda saklanıyorlar" cevabını verir, ancak polisler şaka yaptığını düşünerek alt katı arar ve gider, oysa arananlar gerçekten bir üst kattadır! Bu suçtan hakim karşısına geçtiğinde yine kendine has üslubuyla, yani doğru bildiğini çekinmeden söyleyerek cevap verir : " Ben Türkiye halkı için yüreğini ortaya koyanlara yardım etmeye devam edeceğim." . 10 yıl hapis cezasına çarptırılmasına rağmen 1974' te Ecevit hükümeti affı ile serbest kalır. Ancak bugün bile adı etrafında dönen tartışmalarda en büyük hatası olduğu belirtilen cinayet olayı gerçekleşir aynı yılın Eylül ayında.
1974 Eylül' ünde, alkollü bir masada çıkan tartışma ve söylenen sözler sonucu Yumurtalık savcısını öldürmek suçundan hüküm giyer Çirkin Kral. Bu son hüküm giyişi değildir, hapishanedeyken açılan 10 ayrı davada toplam 100 yıl kadar ceza istemi vardır, 19 yıldan hüküm giydiği cezaevinde.
1981 Ekim' ine kadar, yani izinli olarak çıktığını söylediği cezaevinden kaçışına kadar 20 yıl hapis cezası belli olmuştur diğer davalarda, ancak halen süren davaları vardır, ve kaçmıştır. Daha sonra Paris' e düşer yolu, vatanına dönemeyecektir. Bu sırada vatandaşlıktan da çıkarılmıştır. Kaçarken arkasından sıkılacak topları ateşlemediği için czalandırılan bir makineden söz edilir. Halen cezaevinde zincirli olduğu rivayet edilir.

1984 yılının 9 Eylül' ünde, ülkesinde İzmir topraklarının işgalden kurtuluşu için toplar atılırken, kendisi de mide kanserinden yakasını kurtaramayarak son nefesini verir hayata. Yaşanan olaylardan sonra bir hayatı olmadığını itiraf eder son zamanlarında : 'ben hicbir zaman yeni bir hayata sahip olmayacagım.hep acılarla ve hatalarla dolu eski hayatımın icinde kalacagım'' . 


Hayata gözlerini yumduğunda tartışmalar bırakır geride. Ve unutulmaz filmler. Oyunculuğun sade oldukça daha iyi olacağını sinemamıza aşılayan isimlerdendir. Gerçekle yoğrulmuş filmler vardır çoğunlukla kariyerinde, bir de Anadolu westernleri. Maço tavırlı Anadolu çocuğudur filmlerinde, bu kaba erkek imajı sorulduğunda verdiği cevap hayatını aktarır esasında : " biz de bilirdik sevgiliye karanfil almasını, lakin aç idik, yedik karanfil parasını." .


Cannes Film Festivali' nde ödül alan nadir isimlerimizden olması nedeniyle de sinemamızın mihenk taşlarından biridir Çirkin Kral. Sayısız ödüle, çok önemli isimlerden övgülere layık görülmüş bir isimdir.Ülkemize gelen en önemli yönetmenlerden birinin daha söze başlarken ilk izlediği Türk filmi olduğunu söylediği ve yönetmenine hayran kaldığı filmin hem senaristi, hem oyuncusu, hem yönetmenidir. Sürü, Yol, Duvar, Arkadaş gibi halen izleyenleri "çarpan" filmlere imza atmıştır.
 
Sanat bir düşünce ürünü ise, o da bu ünvanı fazlasıyla hak eden isimlerdendir.


Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili,
biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz, acısını acımız yaptık çünkü.
Dünyanın öbür ucunda hiç tanımadığımız bir insanın göz yaşı bile içimizi parçaladı.
Kedilere ağladık, kuşların yasını tuttuk...
Yüreğimizin zayıflığı kimi zaman hayat karşısında bizi zayıf yaptı. Aslında ne güzel şeydir insanın insana yanması sevgili...
Ne güzeldir bilmediğin birinin derdine üzülebilmek ve çare aramak. Ben bütün hayatımda hep üzüldüm, hep yandım.
Yaşamak ne güzeldir be sevgili...
Sevinerek, severek, sevilerek, düşünerek...
Ve o vaz geçilmez sancılarını duyarak hayatın...



Yılmaz Güney

5 Eylül 2009 Cumartesi

CİAO COMPAGNİ...CİAO LİVORNO *...

Bir başağrısı ile başlayan rüya heyecandan ve mutluluktan hissedilemez olan bir başka başağrısı ile sona erdi... İtalya' nın en kızıl çocukları geldi ve geçti... Bu güzel güne dair fotolar, videolar, anılar kaldı artık. Bir de atkım... 2 ay önce imrenerek izlerken "keşke aralarında olabilsem" dediğim topluluk dün stadın etrafında inlettiğimiz bella ciao' ya eşlik ediyordu. Stada erken girsem de manzara yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. Önce çav bella inletti stadı, ardından 4 figürlü koskoca bayrak, Küba bayrağı-SSCB Bayrağı-Filistin bayrağı-Che figürü ile oluşan dörtleme. Sağ yanımda koskoca "LİVORNESİ" duruken kafamı sola çevirdiğimde Deniz Gezmiş resmini tutan eller, Che figürlerini sallayan eller, "no al calcio moderno" yazılı pankart, küba bayrakları, "venceremos" yazılı kartonlar tribünleri süslüyordu. Rafet üçlüyü çektirirken sahanın ortasında, İtalyanlar şaşkın şaşkın izliyordu şehrin deliren asi çocuklarını...

Her ideolojiden insanlar vardı tribünlerde şüphesiz, ancak dün gece yürekler "sol"da atıyordu dün 5 Ocak' ta. Beraber zıpladık, beraber haykırdık marşları. Beraber sulandık itfaiye tarafından, beraber yuttuk meşalelerin dumanını. Dün bambaşkaydı Adana. Hep beraber endüstriyel futbola hayır derken, paranın satın alamayacağı birşeyler kaldığını da gösterdik hayata.

* ciao compagni,ciao livorno : güle güle yoldaş, güle güle Livorno.


                                                  KUTAY

1 Eylül 2009 Salı

1 EYLÜL... DÜNYA BARIŞ GÜNÜ... ANNE FRANK...

Bugün gazetede gördüğüm bir haberle çakışan tarih bir kere daha tesadüflerin sürekli bir şeyleri işaret ettiği gerçeğiyle yüz yüze getirdi beni... Bugün malumunuz 1 Eylül Dünya Barış Günü... Gazetede okuduğum haber ise " Anne Frank' ın Hatıra Defteri" nin ikinci kez sinemaya aktarılacağı haberi idi... Peki aralarındaki bağlantı ne idi?.. Bilmeyenler için hemen dizelim cümlelerimizi. Ama önce Mehmet Ali Baş isimli şairimizin dizeleriyle hoşgeldin diyelim...

Anne Frank ben 
Herşey bir anda oldu
Bir anda doldu acılar hanemize
Yaşamak isteği bir anda
Umutsuzluk
Bir anda
Sevmek ve ayrılık bir anda
Herşey bir anda oldu bee
Bir andaa
Artık hiç kimse suçunu kabul etmiyordu
Akrebin yelkovanı yuttuğu bu viranda
Haritası çizilmemiş mutluluklar yaşıyordum
Ben ki kalbi aşkla dolu bir Yahudi
Ve sen
Yahudilerden nefret eden bir nazi askeri gibi
Ayrılıklar koyuyordun aramıza
Bensee
Sevmeler besliyordum yarınlara
Kanlı
gözyaşlarımla
Basamakları eskimye yüz tutmuş bir merdiven oluyordu yarınlar
Paslı bir çivi gibiydi
yüreğime oturuyordu hatıralar
Sanki ben hergün Anne Frank ım
Sense Hitler
Beni öldürmeye geliyorsun
Oysa aşkı öldürmeye
Tanklarla
Tüfeklerleee
Süngüleerr
Mitralyözlerle
Ama beni değil aşkıı öldürmeye...

Dünya Barış Günü, Almanya' nın Polonya' yı işgal ettiği ve II. Dünya Savaşı' nın başlangıcı kabul edilen 1 Eylül 1939 tarihine atfen, bu tarihten 50 sene sonra kabul edilmiştir. II. Dünya Savaşı ile belki de en dramatik kaynaklardan biri ise Anne Frank' ın yazdığı ve sonradan babasının eline geçerek kitaplaştırılan "anne Frank' ın Hatıra Defteri" dir.Peki, kimdir Anne Frank ve neden bu kadar önemlidir?

Anne Frank 1929 yılında; Frankfurt' ta dünyaya gelmiştir. Ailesi 1939' da, Yahudi olmalarından dolayı, nazilerden kaçarak Hollanda' ya yerleşmiştir. Onun 12 yaşında sorduğu sorunun cevabı yıllar boyunca büyükleri tarafından verilememiştir :

- " dünyanın başka ülkelerinde artan yiyecek maddeleri çürüyüp duruyorken neden biz burada açlıktan ölüyoruz? niye insanlar böylesine çılgın? " .

Ancak 1940' ta Almanya' nın burayı da işgal etmesiyle kaçtıkları kabus kendilerini yakalamış, onları fişlemiş, işaretlemiş, saçma yasaklar ve inanılmaz boyutta kısıtlamalar getirmiştir. Bunların sonucunda toplama kampına götürüleceğini anlayan aile saklanmak zorunda kalır. Anne, ailesi ve 4 kişilik aile dostları ile birlikte, gizli bir arka eve saklanırlar. İki senelik gizlenmeden, yaşanamayan çocukluğun, oynanamayan oyunların, gezilemeyen sokakların, sadece sesi duyulan yağmurların ardından 1944 yılında bulunarak Auschwitz toplama kampına gönderilirler. Anne Frank 1945 Mart' ında, Bergen- Belsen toplama kampında, tam bilinmeyen bir tarihte hayatını kaybeder.. Babası dışında diğer aile üyelerinin hayatını kaybetmesi gibi... Öyle ki, günlüğüne düştüğü notta en çok istediği şeyin öldükten sonra da yaşamak olduğunu belirtmiştir kimsesiz geçen  günlerinden birinde. Bu kadar korkuya, şiddete, anlamsızlığa rağmen Anne defterine yazdığı cümlede insan yüreğünin iyi olduğuna her zaman inandığını belirtmiştir..Bu nedenledir belki, II. Dünya Savaşı' nın sembol isimlerinden olmuştur sonraki yıllarda.. 1 Eylül Dünya Barış Günü' nde dünyanın tüm Anne Frank'leri adına barışın bir gün gelmesi, insanların yeniden diğerleri gibi insan oldukları günlere kavuşulabilmesi adına... Çocukların çocukluklarını yaşayabilmesi, insanların özgürce yaşamaları için...

"Anne Frank- Bir Genç Kızın Günlüğü" ismiyle yayımlanan kitap için arka kapakta Hasan Ali Yücel' in yazdığı yazı ile koyalım noktamızı...


" Anne Frank'ın hatıra defteri'ne bir topluluğu kötülemek, ne başka bir topluluğu övmek düşüncesiyle yayınlanmış değildir. bu kitap, içinde yaşadığımız medeniyet çağında bile milyonlarca insanı öldürmekten haz duyabilecek kadar vahşi olanların varlığını gösterecektir. küçük Anne Frank bir alman kızı olsaydı yine bu hatıraları çağdaş insanlık, bilmeli, tanımalı, onun ıstıraplarına aşina çıkmalıydı. hatıraların yayınlanmadığı medeni dil kalmamıştır. 

Anne Frank, hatıra defterine " öldükten sonra da yaşamak istiyorum"  diye yazarken iyi niyetli, hakikate bağlı ve haksızlığa karşı cesaretli insanların her zaman mevcut olacağına inanmıştı... biz de hayatına doymadan ölen bu zavallı kızcağız gibi insanlığın iyi geleceklerine, aralarında kabiller bulunsa da habil kadar temiz ruhlu olanlarının da her zaman var olacağına inanıyoruz. " .

KUTAY

30 Ağustos 2009 Pazar

30 Ağustos Kutlu Olsun


Zafer Bayramımız kutlu olsun... Her sene - malesef- klişe haline dönen "her zamankinden daha çok ihtiyacımız olan" birlik ve beraberlik sözü ve dili, dini, ırkı, takımı, cinsiyeti, ideolojisi ne olursa olsun kendini " Türk" olarak nitelendiren herkesin birbirine daha bir sıkı kenetlendiği nice 30 Ağustoslar yaşamak dileğiyle... Zaferlerimiz kutlu olsun, şehitlerimizi saygıyla anıyoruz... Bize bıraktıkları kutsal emaneti ve bu topraklar üzerinde yükselen demokrasi ve cumhuriyet bayraklarını yorulmaksızın dalgalandıracağımıza söz veriyoruz..


KUTAY

29 Ağustos 2009 Cumartesi

" İYİ Kİ VARSIN" DENİLİRKEN ÖLMEK..


29 Ağustos 1915 ve 29 Ağustos 1982 tarihleri arasında nefes alan öyle bir hayat vardır ki adını duymayan, dillere destan güzelliği kulaklarına çalınmayan kimse kalmış mıdır... Öyle bir güzellik ki, sinema tarihinin belki de en usta yönetmeninin dahi " onu bir kere görüp de aşık olmayacak bir tane erkek tanımıyorum" sözleriyle tanımlansın... Bir zengin sırf kendisiyle bir uçak seyahati yaşamak için New York' tan Los Angeles' a uçan tüm uçaklardaki koltukları satın alsın.. Nice yaşamdan daha fırtınalı bir ömür bıraksa da arkasında, sinema tarihinin en güzel ve en yetenekli oyuncusu olarak anılmasını engellemeyecektir bu ömür... Kendisine ustaların ustası Alfred Hitchcock tarafından yukarıda okuduğunuz iltifatlar edilen yıldız, İngrid Bergman' dan başkası değildir.

29 Ağustos 1915 yılında İsveç' in Stockholm kentinde başlayan hayatı ona ilk acıyı henüz üç yaşındayken annesini alarak yaşatmıştır. Çok değil 9 sene sonra ise bu sefer babasını alırken hayat, 18 yaşında Stockholm Drama Tiyatrosu kapılarını gösterirken, 3 sene sonra hayatını değiştirecek performansı göstermesine de yardım eder. 1936' da oynadığı Intermezzo isimli filmin haklarını Amerika' da yeniden çevrilmesi için satın alan David Selznick dönüş uçağında iki kişilik bilet almak zorundadır, çünkü Bergman' ı da başrol oyuncusu olarak Hollywood' a getirmektedir. Bu yolculuk ikisi "en iyi kadın oyuncu ödülü" olan 3 Oscar, 2 Emmy ödülü ve onlarca ödülle noktalanacak kariyerinin de balşangıcı olacaktır. Bergman bu kariyer boyunca kendi tabiriyle önce azizeyi, sonra fahişeyi, sonra da tekrar azizeyi oynamak zorunda kalacaktır.

1930 ve 1940 yılları arasında giderek ün kazanan güzelliği ve erkeklerin ilgisi, 1937 yılında bir evliliğe giden adımlar olacaktır. Kendisi için hiç de iyi geçmeyen bu evlilikle cebelleşmenin yanı sıra 40' lı yıllar boyunca sırasıyla " Casablanca" , "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" , " Işıklar Sönerken" , " Aşktan da Üstün ( Notorious ) " gibi sinema tarihinin en iyi filmleri listelerinde zirvelerde yer alan filmlerde rol almıştır. Casablanca filminde, bir klasik haline gelen "tekrar çal Sam" sözünü ise hiç söylememiştir ve söylemeyecektir. Filmde geçen replik " play it Sam, play as time goes by" şeklindedir. Yani " çal Sam, " as time goes by" ı çal. " şeklindedir.

Bu arada boşanarak Robert Capa ile evlenmiş, çoğuna göre de kendini bitirecek bir sona ilk adım atmıştır. Bu evlilik onu gözü kara bir kadın haline getirecek, "en büyük hayalim sizinle bir film yapmak" dediği mektubu yazdığı İtalyan yönetmen Robert Rosselini ile beraberlik kararı alara İtalya' ya gidecektir. Burada evli olan Rosselini ile bir de çocuk sahibi olur. Bu evlilik ve çocuk, aynı yönetmen ile imza attıkları "Stromboli" isimli filmin bir meclis üyesi tarafınfan bildiri ile kınanmasına neden olmuştur.

Dedik ya, baş döndürücü bir güzelliktir...Kendisi için bir de şarkı bestelenmiştir ;

"ingrid bergman, ingrid bergman
gel seninle bir film çekelim
stromboli adasi'nda
ah, bir yürrsen kameramın önünden
cümle aleme duyururum hikayeni,
karşılığını da oderim hani
parayla pulla değil ama,
kız ve oglan evlatlarla,
şarkı söyleriz hep beraber
stromboli'nin etrafında, hoplaya zıplaya
neşe içinde, mutlu mesut."

1982 yılında oynadığı dizi ile Emmy ve Altın Küre ödüllerinin de sahibi olan sinemanın altın kadını, aynı yıl doğum gününde 7 yıllık kanser mücadelesini kaybedecek ve "iyi ki varsın" denilen gününde hayata gözlerini yumacaktır. Gerçek hayatında da rol aldığı aşk klasiklerindeki gibi önce azizeyi, sonra fahişeyi, sonra da tekrar azizeyi oynayarak..

28 Ağustos 2009 Cuma

"FAİLİ MEÇHUL" KIYAK

Kimi arkadaşımın daha önceden benden duyduğu, daha önce neden yazmadım dedirten başlık.."faili meçhul kıyak" hareketi..Kimimiz televizyonda karşılaşmıştır, özellikle Beyaz Show'dan sonra müptelası arttı bu hareketin..Bir an önce olayı açıklamak ve yazının gerisini örneklere bırakmak istiyorum.

FMK* esasında yıllar önce varlıklı insanların arasında yaygın olan isim vs. belirtmeksizin ihtiyacı olanlara yardım yapması esasına dayanıyor. Belki hala yaygın olan bu olayda kimi zaman mahalle bakkallarını dolaşıp durumu iyi olmayanların veresiye hesabını ödemek, kimi zaman evsizlere yemek göndererek iyilik zincirinin bir halkası olurlarmış. Bu noktada mühim olan iyilik yaptığını kimsenin duymaması, bunun bir tür şova dönüştürülmemesi imiş. İşte FMK da bu fikre paralel giden bir "oyun" .

Yan tarafta örneğini gördüğünüz kartlardan kullanarak yapacağınız iyiliğe "maruz kalan"ların gülümsemesi, bu kartı kullanarak kendisinin de başka iyiliklere aracı olması esasına dayanan bir oyun. Yapacağınız kıyağın kenarına köşesine bu kartı yerleştirerek neyin parçası haline geldiğini anlaması sağlanıyor. Şimdi bu fikri uygulayanlardan birkaç örnek ile olayın ne kadar zevkkli olduğunu da aktaralım..

- “Dün gece 10 kişilik bir gruptuk. Metro istasyonunda jeton alınan açık gişenin yanındaki kapalı gişenin önüne bir adet kartın üstüne jeton bıraktık. 20 metre kadar uzaktan da merakla izliyoruz. Yaklaşık 2-3 dakika kimse görmedi jetonu. Meğerse insanlar sadece aceleyle sıraya girip etraflarına pek bakmıyorlarmış :)

Neyse sonra, sıradaki 19-20 yaşlarında bir çiftin dikkatini çekti bu. Çocuk sıradan çıkarak karta yöneldi. Bombaya bakar gibi çekinerek bakıyor :) Sonra kartı eline alıp okudu ve yüzünde harika bir gülümseme belirdi. Kız arkadaşı meraktan çatlıyor bu arada :)

Sonra jeton ve kartı alıp kızın yanına gitti, birlikte okudular. İkisinin de şaşkınlık ve mutluluğunu görmeliydiniz. Sıra kendilerine gelince sadece tek jeton aldılar ve bizim önümüzden geçerken çocuk kartı cüzdanına yerleştiriyor ve kız arkadaşına aynen şöyle diyordu: ‘Süper bi şey bu. Şahane! Biz de bu gece mutlaka başka birisine bunu yapmalıyız.’”

- “Bugün faili meçhul kıyak yapmanın sevincini yaşıyorum. Sinemaya gittik bu akşam. Bende de 3 tane gnctrkcll şifresi vardı ama biz 4 kişiydik. Fazla şifreyle bir gnctrkcll kuponu daha aldım. Kesip cüzdanıma koyduğum 2 tane FMK kağıdıyla birlikte oradaki görevliye verdim. Bunu şifresi geçerli olmayan birine verirsen sevinirim dedim :D Ama benim verdiğimi kimse bilmesin falan dedim.

Sonra geçtik kenara arkadaşlarla konuşuyoruz, saatin gelmesini bekliyoruz. Arada bakıyoruz tabi çaktırmadan ne olacak diye. Bir çiftin şifresi geçersiz çıktı galiba. Görevli FMK kağıdıyla birlikte gnctrkcll kuponunu verdi bu çifte. Şaşırdılar tabi :D Umarım onlar da birilerine verir.”

- " İzmir'de bir cafedeyim.. kahvemi yudumlayıp gazetemi okuyorum. yan tarafımda oturan genç bir arkadaş var, yalnız.

elinde sigara, ama çakmağı yok etrafa bakınıyor kimden alsam diye.. hemen yanındaki masada oturanlardan çakmak istiyor ve sigarasını yakıyor.. bunu görüyorum ve o anda kafamda bi FMK oluşuyor..

kalkmak üzereyim ama çakmağı olmayan arkadaşı gözlüyorum bir yandan.. lavaboya doğru yol alıyor sigarası masada.. çakmağımı kaptığım gibi masasına yöneliyorum ve çakmağı sigarasının üstüne koyuyorum, hemen altına da FMK kartını iliştiriyorum..:) o anı izlemek için masama geri dönüyorum, beklemeye başlıyorum…

genç arkadaş geliyor ve sandalyesine oturuyor.. sigarasına uzatıyor elini ve o anda çakmağı fark ediyor, hemen ardından da kartı görüyor.. suratında garip ve anlam verememiş bir ifadeyle kartı inceliyor.. daha sonra bütün anlamsızlık ve gariplik yerini mutluluğa ve kocaman bir gülümsemeye bırakıyor.. etrafına bakıyor, herkesi inceliyor, ben de dahil kimse oralı değil..:) ardından mutlu bir sekilde gülümseyerek sigarasını yakıyor..

cafeden çıkıyorum, yüzümde gülümseme, içimde bir keyif.. sigara çıkarıyorum, ilk gördüğüm kişiden ateş istiyorum.. gerçekten keyifli bir şekilde sigaramdan bir nefes alıp yola koyuluyorum." .

- " dün kipada alışveriş yaptım, kasiyer ödeme yaparken o an kullanmam için bana bir indirim kuponu uzattı ….üzerinde FMK kuponu zımbalanmıstı….daha önce kasaya gelen musterı benden sonrakı 10.kişiye vermesını rıca etmıs….tebrikler…" .

Siteden alıntıladığım bu birkaç örnek bile insanın içinde bir heyecan yaratıyor ister istemez. Bu oyunu oynamaya başlayalı 4-5 ay oluyor ve o kadar büyük bir zevk alıyor ki insan, anlatamam. Hiç tanımadığınız suratlarda gülümsemeye neden olmak da var, pek umursamayanları görmek de. Ancak yüzlerde oluşan gülümseme o kadar sevinç yaratıyor ki insanda, umursamayanlar adına üzülüyorsunuz.

İyilik bul, iyilik yap prensibine sahip bu hareketle ilgili daha fazla bilgi sahibi olmak için http://www.fikiratolyesi.com/2009/02/27/faili-mechul-kiyak/ adresine bir göz atmanızı tavsiye ederim. " Bu zamanda böyleleri kaldı mı " dedirtmek için bir an önce başlayın derim..

KUTAY

27 Ağustos 2009 Perşembe

SUNDAY, " BLOODY" SUNDAY...




Dün akşam tv8' de yayınlanan "kanlı pazar" filmini izlemeye başlarken bu satırlarla bitireceğimi nerden bilebilirdim ki..ve bu şarkıda donup kalacağımı...
30 Ocak 1972 günü, İrlanda' nın kuzeyinde yer alan Derry ( nam-ı diğer "londonderry" ) bölgesinde yaşanmakta bu sefer ki öykümüz.. Derry o tarihte barikatlarla çevrilmiş, İngiliz askerlerinin bir süre önce İrlanda kenti Belfast'ta gerçekleştirdiği zorbalıkları henüz gerçekleştiremediği bir bölgedir... İrlandalılar için bir nevi "kurtarılmış" bölgedir yani.. Londonderry İnsan Hakları Derneği tarafından bir yürüyüş tertip edilmşitir. "Barış Yürüyüşü" demişlerdir, özellikle silahlı kimseyi yürüyüşe beklemediklerini de belirtmişlerdir üstelik. İngilizlerin işgali durdurması, ülkelerinin kendilerine bırakılması için yürümektir amaçları. Kendi yürüyüşleri ses getirdiğinde Manchester' da, Londra' da da destek bulabileceklerinin inancıyla. Yürüyüşün çeşitli noktalarında yer alan barikatların ardında da İngiliz kuvvetleri gözcülük yapmakta, bir taşkınlık olması durumunda müdahale etmek için beklemektedirler. 14. barikatın ardında ise daha özel bir birlik beklemektedir. Adı da zaten "özel birlik" tir ve yürüyüşü kontrol altında tutmaktan ziyade direnişçi liderlerini belirleyerek yakalamak amacıyla yerleştirilmişlerdir. Zaten bütün olay 14. noktada patlak veren olaylar sonucu gelişecektir...

Yürüyüş Derry City'de yer alan barış heykeli önünde bitecektir ve bu yola gitmek için inilen tepeden sağa dönülmesi gerekiyordur, sola dönüş ise doğruca 14. barikata gitmektedir. Bu yol ayrımına gelindiğinde kalabalıktan kopmalar yaşanacak, okpan kalabalık barikat önünde toplanarak kontrol noktası önünde slogan atmaya devam edecektir. Bu kalabalık kontrol noktasını taciz ederken sağa dönenler kurulan platform önünde toplanmış yapılan barış mesajı veren konuşmaları dinlemektedir...Tam bu sırada 2 el ateş sesi duyulur, önce bu ateşin barikat önünde toplanan kalabalığı dağıtmak için havaya sıkılan lastik mermiler olduğu sanılır..Sonra düşen 2 beden çeker dikkatleri... Ardından kaçışan kalabalık, barikatı taşlamaya başlayan gençler, barikattan içeri giren özel birlik, silahsız insanlara sıkılan kurşunlar... Bilanço ise oldukça acıdır güneş günü terk ederken tepelerin ardında...13 ölü, 14 yaralı... Hepsi de sivil... Olayın yatışmasının ardından ilk ateşin göstericilerden geldiği iddia edilirken ne boş kovan bulunabilmiştir, ne silah, ne de yaralanan bir İngiliz asker



Olayın ne kadar vahim olduğu soruşturma sırasında alınan ifadelerden de anlaşılmaktadır. Sorgudaki askerin ifadesi karşısında bölük komutanı dehşete kapılır..

bölük komutanı: sen ona kaç kez ateş ettin?
asker: 22 kere efendim.
bölük komutanı: 22 kere mi?
asker: efendim.
bölük komutanı: nasıl 22 el ateş edebildin? bu size verilen kurşunların sayısından daha fazla.

Tamamen orduyu aklama yönünde gelişen savunmalar da meyvesini verir. Olayı yaşayan binlerce insan ve basın görevlilerinin aksine İngiltere kendi evlatlarına inanmaktadır. Öyle ki, kraliçe tarafından olayları bastırmada gösterdikleri başarı nedeniyle başarı nişanı verilmiştir.



Olay sonrası IRA (irlandalı düreniş örgütü) bayan sözcüsü, gazetecilerin kendinden ılımlı mesajlar vermesini istemeleri üzerine son noktayı koyar :

- gidin ingiliz vatandaşlarına gece daha iyi uyumaları için bu pazar ne yaptığınızı anlatın...
artık bu saatten sonra hiç bir sözün anlamı yok, rüzgar ektiniz fırtına biçeceksiniz.


İşte bu filmin sonunda söylenen U2 şarkısıdır bizi başlığımıza kavuşturan.. " sunday,bloody sunday" ... Şarkıya başlamadan önce "this is a song , the song i hope one day i have to never sing again.. how long... how long must we sing this song? how long? how long..." sözlerinin ardından başlayan şarkıdır. Yani "bu şarkı, günün birinde asla söylememeyi umduğum bir şarkıdır..ne kadar..ne kadar daha söylemek zorundayım..ne kadar? ".

Parçadan oldukça etkileyici bir kısımla bitirelim yazımızı..

"...broken bottles under children's feet
bodies strewn across the dead end street
but i won't heed the battle call
it puts my back up
puts my back up against the wall
sunday, bloody sunday...." .

" kırılmış şişeler çocukların ayakları altında,
çıkmaz sokak boyunca serilmiş vücutlar
ama dinlemeyeceğim savaş çığlıklarını
öfkeleniyorum,
öfkeleniyorum duvara ( barikata) karşı
pazar,"kanlı" pazar..." .

KUTAY

26 Ağustos 2009 Çarşamba

İNSAN VE YURTTAŞ HAKLARI BİLDİRGESİ


" İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi" , 1789 Fransız Devrimi sonrasında Fransız meclisi tarafından kabul edilen, 220. yılını bugün dolduran, eşitlik ve özgürlük temelleri üzerine inşa edilen hakları açıklayan bildirgedir.


220 yıl önce yayınlanmasına rağmen ülkemizde ihlal edilmeyen bir madde bulmanın zor olduğu bu demokrasi dersinde yer alan 17 maddenin tamamı şöyledir :

madde 1
insanlar, haklar yönünden özgür ve eşit doğarlar ve böyle yaşarlar. sosyal farklılıklar ancak ortak yarara dayanabilir.

madde 2
her siyasal toplumun amacı, insanın doğal ve zamanaşımı ile kaybedilmeyen haklarını korumaktır. bu haklar; özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya karşı direnmedir.

madde 3
egemenliğin özü esas olarak ulustadır. hiçbir kuruluş, hiçbir kimse açıkça ulustan kaynaklanmayan bir iktidarı kullanamaz.

madde 4
özgürlük, başkasına zarar vermeyecek her şeyi yapabilmektir. böylece her insanın doğal haklarının kullanımı, toplumun diğer üyelerinin aynı haklardan yararlanmalarını sağlayan sınırlarla belirlidir. bu sınırlar ise ancak yasa ile belirlenebilir.

madde 5
yasa ancak toplum için zararlı fiilleri yasaklayabilir. yasanin yasaklamadığı bir şey engellenemez ve hiç kimse yasanin emretmediği bir şeyi yapmaya zorlanamaz.

madde 6
yasa, genel iradenin ifadesidir. tüm yurttaşların, bizzat ya da temsilcileri aracılığı ile yasanın yapılmasına katılma hakları vardır. yasa ister koruyucu, ister cezalandırıcı olsun herkes için aynıdır. tüm yurttaşlar yasa önünde eşit olduklarından, yeteneklerine göre her türlü kamu görevi, rütbe ve mevkiine eşit olarak kabul edilirler, bu konuda yurttaşlar arasında erdem ve yeteneklerinden başka bir ayrım gözetilmez.

madde 7
bir kimse, ancak yasanın belirlediği hallerde ve yasanın öngördüğü şekillere uyularak suçlanabilir, yakalanabilir ve tutuklanabilir. keyfi emirler verilmesini isteyenler, keyfi emirler verenler, bunları uygulayanlar ya da uygulatanlar cezalandırılır. ancak yasaya uygun olarak yakalanan, yasaya uymaya çağrılan her yurttaş anında itaat etmelidir, direnirse suçlu olur.

madde 8
yasa ancak açık ve zorunlu olarak gerekliliği beliren cezaları koymalıdır ve bir kimse ancak suçun işlenmesinden önce kabul ve ilan edilmiş olan ve usullüne göre uygulanan bir yasa gereğince cezalandırılabılır.

madde 9
her insan suçlu olduğuna karar verilinceye kadar masum sayılacağından, tutuklanmasının zorunlu olduğuna karar verildiğinde, yakalanması için zorunlu olmayan her türlü sert davranış yasa tarafindan ağır biçimde cezalandırılmalıdır.

madde 10
hiç kimse inançları nedeniyle, bunlar dini nitelikteki inançlar olsa bile, tedirgin edilmemelidir; meğer ki, bu inançların açıklanması, yasayla kurulan kamu düzenini bozmuş olsun.

madde 11
düşüncelerin ve inançların serbest iletimi insanın en değerli haklarındandır. bu nedenle her yurttaş serbestçe konuşabilir, yazabilir ve yayınlayabilir, ancak bu özgürlüğün yasada belirlenen kötüye kullanılması hallerinden sorumlu olur.

madde 12
insan ve yurttaş haklarının güvenliği bir kamu gücünü gerektirir, bu nedenle bu güç herkesin yararı için kurulmuştur, yoksa bu gücün emanet edildiği kişilerin özel çıkarları için değil.

madde 13
kamu gücünün devamını sağlamak ve idarenin masraflarını karşılamak için herkesin bir vergi vermesi kaçınılmazdır. vergi tüm yurttaşlar arasından olanakları oranında eşit olarak dağıtılır.

madde 14
tüm yurttaşların bizzat ya da temsilcileri araciliği ile verginin gerekliliğini belirlemeye, vergilemeyi serbestçe kabul etmeye, vergi gelirlerinin kullanılmasını gözlemeye ve verginin miktarını, matrahını, tahakkuk biçim ve süresini belirlemeye hakkı vardır.

madde 15
toplumun tüm kamu görevlilerinden, görevleriyle ilgili olarak hesap sormak hakkı vardır.

madde 16
hakların güven altına alınmadığı ve kuvvetler ayrılığının yapılmadığı bir toplumda anayasa yoktur.

madde 17
mülkiyet dokunulmaz ve kutsal bir hak olması nedeniyle, yasa ile belirlenen kamu ihtiyacı açıkça gerekmedikçe ve adil ve peşin bir tazminat ödenmedikçe, kimse bu haktan yoksun bırakılamaz.

İnsan ve yurttaş olmanın anlamını kavrayabildiğimiz bir Türkiye tek dileğimiz. Eşitliğin ve özgürlüğün yıl dönümünde, ülkeyi yönetenlerin insan ve yurttaş olduğumuzun farkına vardıkları günlere efendim..
KUTAY

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Anneme...

Dün senin doğum günündü...sana bir pasta ve yanında oğlun olmanın verdiği gururla yanağına kondurduğum sıcacık öpücük dışında bir şey veremedim...Bu yüzden yaşamak ve sevmekten sonra becerebildiğim en iyi şey ile sana bir hediye vermek istedim..yazarak...

İyi ki varsın annecim...Var olduğun her günde yüreğimin kararmasına engel olduğun için...Beni "ben " yaptığın için...Kafama yediğim terliklerinle beni adam ettiğin için...Zorla yaptırmaya çalıştıklarınla mücadele etmemi öğrettiğin için...Kendi doğrularında ısrar ettiğinde pes etmemeyi öğrenmemi sağladığın için...Bana destek olduğunda başarmayı öğrenmemi sağladığın için...Benim doğrularıma da değer verdiğin için...İyi ki varsın annecim...Zor zamanlarımda akıl verenim, her gayretime destek olanım, hasta olduğumda başımda sabahlayanım olduğun için...

Daha nice beraber geçireceğimiz, sıkılacağımız, çok güleceğimiz, kimi zaman daralacağımız ama hiç darılmayacağımız senelere...

İyi ki doğdun annecim...

20 Ağustos 2009 Perşembe

Ezginin Günlüğü..Bu Toprakların Kutsal Hazinesi..

Belki yüzbin dolarlar,milyon dolarlar kazanmayan,ancak milyonlarca yüreğin en sağlam dalına konan,bir kere dinlenip bir daha bırakılamayan,her bestesi yüreğimizi titretirken yurdum şairlerini şarkılarında yaşatan "kutsal" hazinemiz..Para konusunda büyük rakamlar telafuz edilmese de onlar bu konuda yine her zamanki sevgiyle yaklaşımlarını korumaktadırlar,Hüsnü Arkan'a kulak verelim;"eğer bizi dinliyorsa bizi seviyorlar demektir. paraları olsa niye gidip bizim kasetimizi ya da cd mizi almasınlar. demek ki paraları yok"..
Evet,o şahane bestelere eşlik eden dizeler çoğu kez bir şairimizin mirasıdır bize.."dargın mıyız" derken kaç kişi bilir ki bu şiiri Can Baba (Can Yücel) dargın olduğu babasına seslenmektedir aslında..

"bu sabah uyanırken tam
karşıma çıktın
bu sabah uyanırken tam
kara karaydı gözlerinin akları
kara karaydı gözlerin..

dargın mıyız, dargın mıyız, dargın mıyız yoksa, dargın mıyız?
bu sabah uyanırken tam

sana üryani eriği hoşafı yaptım
yanına domatesli pilav,yemedin

durdun öyle karşımda mahzun
bana çok uzaklardan baktın

her bahar erguvanlar içinde yaşardık
bu bahar erguvan görmedim desem yeri.."

Sevmeyi,aşık olmayı anlatırken öyle güzel özetlemişlerdi ki tüm hadiseyi..

"
sevmesen ölürdün sevdin onu öldün
sevmesen ölürdün, ama sevdin gene öldün
"..

Sanat için kendilerinden ödün vermeden ilerlerken halktan kopuk bir sanatın da sanat olmayacağının ispatı olmaları da bu kadar seveni,hatta bağımlısı olmasının asıl nedeni olsa gerek..Onca seven ki,bir dinleyen bir daha kopamayacak sevenidir..Naim Dilmener çok da yerinde bir tespit yapmıştır Ezginin Günlüğü için ; "ezginin günlüğü, müziğin ne olduğu ve nasıl yapılması konusunda tam bir örnek oluşturuyor. dinleyenin, "bu şarkıları iyi ki dinledim" diyeceği, "bu şarkıları dinlemeden önceki 'ben' değilim artık" diye düşüneceği şarkılar bunlar. çok fazla böyle grup yok biliyorsunuz. insanın içini ısıtan, bazen burkan - acıtan ama ne olursa olsun, bir yerlerde bir kapının nasıl olsa açılacağı duygusunu hep beraberinizde gezdirmenizi sağlayan bir grup.".

Kimi zaman şairlerden beslense de her biri kendi şiirlerini de yazan elemanlara sahiptir..Hemen grubun çoğu yerde belkemiği olarak nitelendirilen Nadir Göktürk'ün kaleminden dökülen sözcüklere bakalım ;

"cebim delik kalbim yenik,
keyfim yok kepenkler inik,
gülmeyi öğren dedi babam,
kolunda altın bilezik.
sevgilim bıraktı gitti,
aklım zaten tümden kaçık,
istanbul'un göbeğinde ağlıyorum halka açık..."

bir de Hüsnü Arkan'dan "Yastıklı Şarkı" var tabi..

"gün döküldü yastığa
gölge bitti, viran oldu düşler yine
bir kapı bir pencere bir gökyüzü
damdan düşmüş evin içine

vay vay sevdin onu
vay vay sevdin onu
sevmesen ölürdün, sevdin onu öldün
sevmesen ölürdün ama sevdin, gene öldün

ayışığı gel dedi
gel peşimden inat olsun ele güne
düştüm onun peşine
rüzgar oldum sürdüm düşlerimi göğe
vay vay sevdin onu
vay vay sevdin onu

sevmesen ölürdün, sevdin onu öldün
sevmesen ölürdün ama sevdin, gene öldün"

Can Baba'dan sonra Nazım tutkularından bahsetmemek de olmaz..Daha önce bahsettiğim Hiroshima ile ilgili şiirni muhteşem bir beste ile sunmuşlardı..

"balık tuttuk yiyen ölür.
elimize değen ölür.
bu gemi bir kara tabut,
lumbarından giren ölür.

balık tuttuk yiyen ölür,
birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
balık tuttuk yiyen ölür.

elimize değen ölür.
tuzla, güneşle yıkanan
bu vefalı, bu çalışkan
elimize değen ölür.
birden değil, ağır ağır,
etleri çürür, dağılır.
elimize değen ölür...

badem gözlüm, beni unut.
bu gemi bir kara tabut,
lumbarından giren ölür.
üstümüzden geçti bulut.

badem gözlüm beni unut.
boynuma sarılma, gülüm,

benden sana geçer ölüm.
badem gözlüm beni unut.

bu gemi bir kara tabut.
badem gözlüm beni unut.
çürük yumurtadan çürük,
benden yapacağın çocuk.
bu gemi bir kara tabut.
bu deniz bir ölü deniz.
insanlar ey, nerdesiniz?
nerdesiniz?
"..

Ve "seni düşünmek güzel şey"..

"seni düşünmek güzel şey
seni düşünmek ümitli şey

dünyanın en güzel sesinden
en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey

seni düşünmek güzel şey
seni düşünmek ümitli şey
fakat artık ümit yetmiyor bana
ben artık şarkı dinlemek değil
şarkı söylemek istiyorum
.."

Aşkı,sevmeyi,sevilmeyi el üstünde tutan,şairleri hatırlatan,dizelerini yaşatan,hissettiren bir grup..Çeyrek asrı geçtiğimiz yıllarda deviren,25.yıla atfen çıkardıkları "Çeyrek" albümünde yıllarca insanları bağımlı kılan şarkılarını Sezen Aksu,Bülent Ortaçgil,Bulutsuzluk Özlemi,Candan Erçetin,Levent Yüksel,Yaşar,Haluk Levent,Yavuz Bingöl,Gürol Ağırbaş,Feridun Düzağaç,Grup Gündoğarken,Sabahat Akkiraz,Fuat Saka gibi türlü değişik türden ve nesilden pek çok efsane ismin yorumladığı bu çınarı henüz tanımayan kimse kaldıysa tez zamanda tanımasını ve bizler gibi bağımlısı olmasını dilerim..Sunay Akın'ın Çeyrek albümünde seslendirdiği yazısıyla son noktamızı koyalım..

Ezginin Günlüğü, komşunun çocuğundan ödünç istediğimiz Orta Atlas’ı anımsatır bana… Coğrafya ödevimize yardımcı olan o kitabın sayfalarındaki haritalarda, aradığımız, dağı, dereyi ya da denizi bulmamız için bize rehber olan komşu sevgisidir, dostluktur… Elimizde pusula olmasa da, avucumuzda henüz soğumamış olan insan sıcağıdır yol gösteren, dağları deviren, denizleri aşan…

Sanat eserleri şairi besler, büyütür… Bir resim, bir heykel ya da bir şarkı… Ezginin Günlüğü’nün dinlediğim her eseri yelkenlerime rüzgar oldu, gecenin karanlığında deniz feneri gibi yolumu aydınlattı… Şiirin kapı komşusu olan müziğin güler yüzlü komşusudur, Ezginin Günlüğü… Sokağımızı dolduran, genişleten şarkılar onun açık penceresinden taşmıştır… Beyaz perdeleri bir duvak gibi salınır rüzgarda… Eşiğinde de hep çamura, toza, toprağa bulaşmış, evi kirletmesin diye içeri alınmayan bir çocuk ayakkabısı vardır…

Ezginin Günlüğü’nün kapağı ne renktir, bilemem... Çünkü bu günlük hiç kapanmamıştır, sürekli açıktır sayfaları… Şunu söyleyebilirim yalnızca; Sayfalarından biri Asya, öteki Avrupa kıtasıdır… Tam ortasından da bir deniz akar, gider… Ezginin Günlüğü İstanbul, İstanbul Ezginin Günlüğüdür… Bu yüzden, sayfaları çevirirken bir bakarsınız ki, yosun kokmaktadır parmaklarınız…

Neler dökülmez ki Ezginin Günlüğü’nden hayatımıza; kurutulmuş boynu bükük bir papatya, vapur dumanı, sevdiğimiz bir şairin fotoğrafı, tırnağımızla düzelttiğimiz yıldızlı çikolata kağıdı, o gün doğacak bir kız çocuğuna önerilen adı sevdiğimiz için salkıdığımız bir saatli maarif takvimi yaprağı… Yani hisse senetlerine karşı, hissi senetler…
Dize gelmeyen şairlerin dizeleri dalga olur, alır götürür bizi güzel kıyılara… Ezginin Günlüğü’nü dinledikçe uçan halılara, define adasına, Alaattin’in sihirli lambasına, deniz kızlarına daha çok inanıyorum… daha bir seviyorum Pal Sokağı’nın çocukları’nı, Don Kişot’u Şarlo’yu… Teşekkür ederim Ezginin Günlüğü… Birbirinden güzel şarkıların için sana teşekkür ederim… Sen olmasaydın hayatımızda pek çok şey eksik kalacaktı!”..
KUTAY

17 Ağustos 2009 Pazartesi

17 Ağustos 1999...

Epeydir düşünüyorum..Böyle bir başlıkla yazı yazmam doğru olur mu diye..Ben o depremi yaşamadım..Yakınlarımdan yaşayan da olmadı..1 önceki sene bizi sallayan deprem var hayatımda..Bir de..okuduğum hikayeler,izlediğim sahneler,saatlerdir baktığım resimler var 17 Ağustos'la ilgili..Gözlerimi yaşlar içinde bırakan kareler ve öyküler..Yüreğimde biriken çok sahne,çok öykü olsa da hiçbirini yazamayacağım..Hayat denen şeyi anlamsız kağıt parçaları nedeniyle çirkinleştirenlere lanet olsun..Yakınını kaybeden herkese sabır dilemek o denli utanç veriyor ki..değer verilmedi 17bin insana..resmi kayıtlara göre tabi..10 sene geçti ve halen değer verilmiyor..Ne denirse densin boş..Acılar bile adam edemiyor bizi..Ne yazık ki..
En büyük acıılar bile çeki-düzen vermemizi sağlamıyor kendimize..Tek yapabildiğimiz nefret etmek..Kendimize bir taraf belirleyip nefret etmek "öteki" dediğimizden..Yuvarlak laflar,dilenen sabırlar,rahmetler yapabildiğimiz..ve unutmak..hemen unutmak..Daha geçen gün yaşanmadı mı afetzedelerin konutlarından çıkartılması,daha birkaç gün önce çöpe atılmadı mı polis tarafından bir depremzede..Kayıtsız kalmadık mı bir sonraki habere geçildiğinde.."Afet değil bilinçsizlik,tedbirsizlik öldürür" sloganını beğenmedik mi duyduğumuzda?"Doğru" demedik mi içimizden?
Sizi bilmem ama bundan sonra ufak da olsa değişen birşeyler olacak hayatımda..

Bu 17 ağustosta da yakınlarını kaybeden,bu afeti yaşayan ,insan olmanın değerini hissedemeyen herkesten özür diliyorum..

16 Ağustos 2009 Pazar

CHARLIE CHAPLIN..THE GOLD RUSH / ALTINA HÜCUM..ŞARLO..



17 Ağustos tarihini,yurdumun Marmara sularına yerleşen topraklarında yaşayanlar için acılarla dolu olan bu tarihi yazmayı kafaya koyup ortalığı alt-üst ederken sanal alemde,"tarihte bugün" başlıklı sayfada şu cümle ilgimi çekti.."16/08/1925 - Charlie Chaplin'in Altına Hücum adlı filmi gösterime girdi."..Bu filmi,bu ismi bu kadar önemli kılan neydi ki,tarihte bugün yaaşanmış onca doğum,ölüm,savaş,barış vs. arasında kendine yer edinebilmişti..Arşivde de ne zamandır yazılmayı bekleyen bir hazine olduğundan hemen elimi attım,filmi koydum masama ve başladım bu satırları yazmaya..
"The Gold Rush - Altına Hücum" filminin pek çok "tarihin en iyi bilmemkaç filmi" listelesinde kendine yukarılarda yer almasının ve tarihte bugün yapraklarına not düşülmesinin belki de en önemli nedeni filmin oyuncusu,yönetmeni,yazarı,yapımcısı ve bestecisi olan Charlie Chaplin'in bir konuşmasında "bu film ile hatırlanmak istiyorum" sözleridir.Böyle büyük bir ustanın,dehanın hatırlanmak istediği tek film şüphesiz her sinemaseverin görmesini elzem kılan nedendir.Film altın bulunması nedeniyle dünyanın her kesiminden açgözlülerin altın diyarına "hücumu"nu,Amerikan rüyası denen şeyin başlangıcını Chaplin'in kendine has üslubu ve sinema tekniğiyle anlattığı bir film.Pek çok sahnesi de sinema tarihinin en iyi sahneleri arasında gösterilen filmin belki de en garibinize gidecek tarafını duymaya hazır olun..Bu filmdeki bazı sahnelerin komünizm propagandası yaptığı gerekçesi,Chaplin'in hayatındaki çalkantılarla birleşerek ABD'ye girişinin yasaklanmasına neden olmuştur!

Evet,bizim hep muzip sahnelerle,şaklabanlık gibi nitelendirilen taklidi zor oyunculuğuyla benzersiz olan,zaten rivayete göre en iyi Charlie Chaplin benzerleri yarışmasına sessiz sedasız katılıp ancak 3. olabilen (kimi yerlerde finale dahi kalamadığı anlatılır) bu deha,hayatında özellikle küçük yaşta kızlara olan düşkünlüğü nedeniyle zorluklar yaşamıştır.Esasında bu düşkünlüğü hayatında yer alan pek çok "onaylanmayan" davranışlardan sadece bir sayfadır.

Sinemaya hicvi kazandıran,milyon dolar kazanan ilk oyuncu olan Chaplin "hayat yakın metrajda trajedidir,ancak metrajı genişlettiğinizde hayat bir komedidir" sözünü söylerken kendi hayatındaki absürdlüklerden yola çıkmış olabilir miydi?Bu konuya peşinen cevap vermeden önce gelin,hayatındaki garip tesadüflere göz atalım..

"The Great Dictator" filminde kendine has komik tipini Hitler'e benzeterek belki de sinema tarihinin en ince "ayar"ını veren,yerden yere vuran,dibe batıran Chaplin'in Hitler'le aynı yıl doğması belki de tanrının adaletidir.Bir kapı kapanırken bir kapı açılır derler ya..

Ayrıca sıkı komünist olduğu rivayet edilir.Hatta denir ki Lenin'in tanışmak istediği tek insandır.ABD'de komünist paranoyasının hakim olduğu yıllar boyunca takip edilir,1900 sayfalık dosyası en ufak bir yanlışında onu ipe kadar götürecektir.Ancak o,bu durumu tek cümleyle özetler : "Bana komünist dediler,oysa sadece hümanistim."Hümanisttir,insanı sever,gururunu kırmamaya özen gösterir "insan" olanların.Amerika ekonomik krizlerden geçerken arabasına binmek üzereyken kendini gören yoksulların imza istemesini içerler,"keşke para isteselerdi" der ,onlar istemeden asla veremez gururlarını incitmemek için.

Bir davette tanıştırıldığında elini sıkmadığı askerin komutanı olan Hitler'den sadece 4 gün önce, dünya,yaşayacağı karanlıkları O'nun sayesinde unutabilsin diye gönderilen bedeni bir noel sabahı hayata gözlerini yumduğunda 2 oscar onur ödülünün yanı sıra sinemaya mizah,eleştiri,dik duruş,karakter kazandırmıştır..

Sabaha karşı görülen bir haberden nerelere geldik değil mi..Şarlo'dan bize miras kalan dik duruşumuzu kaybetmememiz dileğiyle..

KUTAY

13 Ağustos 2009 Perşembe

"ölmek toplu suçumuzdur topumuzun cezası ölüm"..


12 Ağustos 2009..Köy enstitülerinin temelini atan dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in çevirmen ve şair oğlu,şiirin sivri dilli efendisi Can Yücel'in,öldüğünde en çok bir daha küfür edemeyeceğine üzüldüğünü okuduğum Can babanın 10.ölüm yıldönümüydü..Çevirmen yönü pek çoğu tarafından bilinmese de,Hamlet çevirisinde ünlü " olmak ya da olmamak,işte bütün mesele bu" sözünü kullanmayıp "bir ihtimal daha var,o da ölmek mi dersin" cümlesini koyarak gönülleri mest eden bir çevirmendir..
Hakkında uzun uzadıya bir yazı yazmak ne yaşıma,ne haddime yaraşır..sadece onu baştacı etmenin kültür seviyesinin düşüklüğünden kaynaklandığını söyleyen veya kullandığı argonun terbiye sınırını aştığını iddia edenlere cevap vermektir amacım..Küfür ettiği için eleştirilen birinin şu anısı yeterli sanırım ; Can Baba devlet erkanına "g.t" dediği iddiasıyla hakim karşısına çıkar,hakim "evladım neden g.t dedin" deyince cevabı verir "hakim bey g.te g.tten başka ne denir"..

Başka bir düzene olan özleminin,ya da başka türlü olamamasına öfkesiydi belki sözleri,başka türlü birşeyden kastettiği..

"başka türlü bir şey benim istediğim
ne ağaca benzer, ne de buluta
burası gibi değil gideceğim memleket
denizi ayrı deniz,
havası ayrı hava..

bir başka yolculuk dalından düşmek yere
yaşadığından uzun

bir tatlı yolculuk dalından inmek yere
ağacın yüksekliğince
dalın yüksekliğince rüzgarda
ve bir yeni ömür
vardığın çimen yeşilliğince

nerde gördüklerim
nerde o beklediğim
rengi başka
tadı başka.."

Net ve tek duruşunu "ilkin elifbaydı,sonra alfabe oldu.derken abece.şimdi abd!" şeklinde özetlerken Nazım'a dil uzatan faşistlere milyonların izlediği tv programında ağızlarının payını yerine cuk oturan bir küfürle veren (burda yazamam çok fena :) ),neredeyse her soruya lafı gediğine koyan cevaplarıyla bizi bizden alan şiirin efendisi,kadehlerin sevdalısı can babamız..Sevdiği kadar sevilen insan..

"yerin seni çektigi kadar agirsin
kanatlarin çirpindigi kadar hafif..

kalbinin attigi kadar canlisin
gözlerinin uzagi gördügü kadar genç...

sevdiklerin kadar iyisin
nefret ettiklerin kadar kötü..

ne renk olursa olsun kasin gözün
karsindakinin gördügüdür rengin..

yasadiklarini kar sayma:
yasadigin kadar yakinsin sonuna; ne kadar yasarsan yasa,
sevdigin kadardir ömrün..

gülebildigin kadar mutlusun
üzülme bil ki agladigin kadar güleceksin

sakin bitti sanma her seyi,
sevdigin kadar sevileceksin.

günesin dogusundadir doganin sana verdigi deger
ve karsindakine deger verdigin kadar insansin

bir gün yalan söyleyeceksen eger
birak karsindaki sana güvendigi kadar inansin.

ay isigindadir sevgiliye duyulan hasret
ve sevgiline hasret kaldigin kadar ona yakinsin

unutma yagmurun yagdigi kadar islaksin
günesin seni isittigi kadar sicak.

kendini yalniz hissetigin kadar yalnizsin
ve güçlü hissettigin kadar güçlü.

kendini güzel hissettigin kadar güzelsin..
iste budur hayat!

bunu hatirladigin kadar yasarsin
bunu unuttugunda aldigin her nefes kadar üsürsün
ve karsindakini unuttugun kadar çabuk unutulursun

çiçek sulandigi kadar güzeldir
kuslar ötebildigi kadar sevimli

bebek agladigi kadar bebektir
ve herseyi ögrendigin kadar bilirsin bunu da ögren,

sevdigin
kadar
sevilirsin.."


O,onu anlamayanlara inat döşerken dizeleri,çok açık da belirtmiştir en uzak mesafeyi..

"en uzak mesafe ne afrika'dir
ne çin,
ne hindistan,
ne seyyareler,
ne yildizlar geceleri isildayan...
en uzak mesafe iki kafa arasindaki mesafedir birbirini
anlamayan."

10.yılında anılırken sessiz sedasız,şiirleriyle,sert dili,ince mizahı,keskin hicivleriyle,o da gökyüzünde iki tek atmıştır yeryüzüne bakıp iç çeke çeke..10. yılında da çok yaşa Can baba,iyi ki vardın,iyi ki varsın..dizelerinle hala aramızdasın..


"kovalamayın beni yatağa
hiç uykum yok
daha lafınıza karışacağım
ortalığı dağıtacağım
televizyonu kapatacağım
ayçiçeği resmi yapacağım daha
başparmağıma şiir okuyacağım
islık çalacağım
daha çok işim var
gecenizi karartacağım
kütahya vazonuzu kıracağım
vakitsiz yatırmayın beni
daha çok erken"..


KUTAY

11 Ağustos 2009 Salı

Eskidendi,çok eskiden..

"İskenderun'da Savaş Mahallesinin bayan muhtarı M.K. sokak ortasında iki gencin saldırısına uğradı."..2 gün önce bu yazıyı okuduğumda -ne yazık ki- bayanlara yönelik şiddete dair bir yazı yazma isteği ve ihtiyacı hissettim.Ancak haberin devamını okuduğumda karşılaştığım durum,haberin ana konusundan çok daha can sıkıcıydı,ve kadına şiddet konusunu ertelememe neden oldu.."Muhtar M.K. ,işyerinden evine dönerken saldırıya uğradığı sırada etraftaki vatandaşların duyarsızlığından da yakınan Kireççi, bayan olmasına rağmen darp edildiği sırada esnaf ve vatandaşların olaya müdahale etmemelerine anlam veremediğini,buna üzüldüğünü belirtti."..Tamam,bir oy farkla seçilen birisi,belki o anda çevrede bulunanların oy vermediği adaydı,seçildi..Her ne olursa olsun,sokak ortasında fiziki saldırıya uğrayan bir bayana -veya bir baya- yardım etmemek,olaya seyirci kalmak hangi insan vicdanına sığar?Biz ki hoşgörüsüyle,yardımseverliğiyle övünen bir toplum,nasıl oldu da böylesine aciz,böylesine "korkak",böylesine seyirci bir millet haline geldik?Evet,ne yazık ki öyle bir hale geldik ki,sokak ortasında saldırıya uğrayan,gasp edilen insanlara dahi yardım etmeye cesaret edemeyen kişiler çoğunlukta bu ülkede..
İnsanımız arasında giderek yayılan "umursamazlık" ve "cesaretsizlik" öyle bir noktaya ulaştı ki,ucu bize dokunmayan hiçbir olaya ilişmiyoruz..Bir gazetede,televizyonda veya internette şiddet haberi görmeden geçen tek bir günümüz yok.Kendine dahi saygısı olmayan,daha doğrusu kendinden başkasına saygısı olmayan varlıklar topluma egemen hale geldi.Tabi bu olayın da pek çok yönü vardır,giderek kötüleşen ekonomik şartlar,yetersiz yasal yaptırımlar,ülkeyi yöneten (!) ve yönetmeye talip olan (!) kişiler arasındaki tahammülsüzlüğe imam-cemaat ilişkisinde olduğu gibi uyan milyonlar vs...
"Misafirperver" iken turiste tecavüz edip öldüren,"hoşgörü ve insanı seven" bir dinin en güzel yaşandığı ülke iken saçma bahanelerle sağa sola saldıran,neredeyse her bireyi potansiyel suçlu kıvamına gelen bir ülke olduk..Ne zaman böyle olduk..neden böyle değiştik..düşününce türlü bahaneler geliyor tabi ki..Ancak temel nokta,kendimizi çok sevdik..Kendimizden başkasını sevemedik..insan olarak,kardeş olarak göremedik pek çoğunu..ya bizden dedik,ya öteki..
Ne olduk,nasıl olduk orası çok tartışılır ama..çok değiştik..O hep bahsedilen gece kapıların açık uyunduğu günler mi?"eskidendi,eskidendi..çoook eskiden.."..

KUTAY

6 Ağustos 2009 Perşembe

insanlığın yüreğine kazınan onursuzluk..



06.08.1945...64 yıl oldu..tam 64 yıl önce bugün..sabah işlerine giden insanlar..okullarına giden çocuklar..kocalarını uğurlayan eşler.."little boy" (küçük çocuk) gibi masum bir ismin belki de insanlık tarihinin en onursuz davranışına neden olan bombaya verilmesi..ne tuhaf ironi değil mi..amerika'nın her neden olduğu yıkıma masum bir neden gösterme çabasını işaret eder gibi sanki..
tam 64 yıl önce bugün dostlar..3 amerikan uçağına benzin kısıntısı ve gelen uçak sayısının azlığı nedeniyle savunma yap(a)mayan japonlar..uçaktan gelen küçük çocuk..kucaklayıp ölüme taşıdığı 200 binden fazla kişi..ilk sarılmasında yeryüzüne,70 bin canı aldı götürdü..melih cevdet anday'la analım..

" büyükbabam,babam,ben
küçük oğlan,kız,damat...
gelişimiz teker tekerdi

gidişimiz cümbür cemaat."

Pearl Harbor'da vurulan askerlerine karşılık Japon sivillerin-
den aldığı intikamdı A.B.D. denen canavarın..İlk anda 70 bin kişiyi hayattan koparan,tüm su kaynaklarını yok eden,dalga dalga yayılan felaket..
Şimdi şimdi anlaşıldığı üzere neredeyse her şehri darmadağın edilen,teslim olmaya hazırlanan Japonya için
son bir darbe vurmak isteyen ABD'nin insanlığın yüreğine
çizdiği lekenin yıldönümü..64 yıldır ölümü unutamayan bir şehir..Her duyduğumuzda boğazımızın düğümlendiği şehir..
Silinip giden 200 binden fazla hayat..Yarım kalan,yalın kalan ömürler..
Zaman ve mekan değişse de,başrolü hep aynı olan canavar karşısında susmamak,unutmamak,unutturmamak tüm dileğim..Nasıl ki sizden kilometrelerce uzakta bir yerlerde hayatlar söndürüldüyse,söndürülüyorsa,yarın bir başka şehirden kilometrelerce uzakta sizin,bizim hayatlarımız olabilir söndürülen..Onursuz,omurgasız hayatlar tarafından..
Tam 64 yıl önce bugün..
" sanki bir milyon insan bir anda haykirdi ve aniden sustu , hic olmamislar gibi "...Nazım'la analım ve unutmayalım..bir kez daha özür dileme ihtiyacı hissederek..

"kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

hiroşima
'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
şeker bile yiyemez ki
kâat gibi yanan çocuk.

çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler."


KUTAY