2 Aralık 2011 Cuma

Yüreğine Oturan Taş... The Stoning of Soraya M. / Soraya'yı Taşlamak...



Süreyya, İran'ın köylerinden birinde yaşayan 4 çocuk annesi bir kadın. İffetli, tertemiz bir kadın. Kocasıyla geçimsizlikleri olmasına rağmen, kocası tarafından dayağa -ve üstü kapalı aktarılsa da tecavüzlere- rağmen iki kızının da haklarını savunmak adına boşanmaya yanaşmıyor. Boşanmaya yanaşsa erkek çocuklarının imkanlarına kavuşmayacak kızları, bunun farkında, tek derdi kendisi gibi olmasın kızları. Kocası ise Süreyya'dan kurtulmak adına her yolu deniyor. Tahmin etmek zor  olmasa gerek, bir molla-bir şahit-bir muhtar ve dedikodular bir araya getirilince usul usul galeyana getirilen  köy halkı da -halası Zehra ve bir iki arkadaşı dışında- Süreyya'nın kocasını aldattığı fikrinden şüphe etmiyor. Ve çok geçmeden kendi erkek evlatları da dahil herkes tarafından istenmeyen kişi, dinsiz, fahişe ilan ediliyor.  Bunun cezası ise "recm" .

Köyün ortasında taşlanmaya giden süreci izlerken bir şekilde kaçabilmesini diliyorsun Süreyya'nın . Taşlanma sahnelerini ise gözünü kaçırmadan izlemen imkansız. Atılan her taş suratına suratına çarpıyor sanki. Boğazına öyle bir düğüm çöküyor, öyle bir yumruk oturuyor ki, tarifi imkansız. Bu yazı için bir hafta bekledim, düğüm hiç olmazsa bir nebze gevşer mi diye, nafile... Biliyorum ki babasının titreyen ellerinden çıkan taş, erkek evlatlarının ellerinden fırlayan taşlar öldürdü Süreyya' yı zaten, geri kalan taşlar boşuna. Bir anneyi, bir evladı başka türlü  öldürmeye lüzum yok ki. Canından can verdiği ellerden çıkan taşlar suratınıza çarpsa bitmez misiniz?

İran "devrimi"nden (?) sonra ne denli saptırıldığına dair bir film gibi görünse de, derdi İslam'la değil filmin, bunu net olarak söyleyebilirim. Filmin dikkat çekmeye çalıştığı nokta, otoriter konumdakilerin kendilerine göre ölçüp biçtiği "kurallar"la fakirlerin, kadınların, güçsüzlerin ne kadar ezilebileceği, toprağa ne denli derin gömülebileceği, benim izlenimim bu yönde. Aksi halde tek derdi İslam'la uğraşmak olan bir film, Süreyya'nın halası Zehra'ya bu kadar önemli ve doğru cümleler sarf etme şansı vermezdi. 

Yüreğinize oturacak, boğazınızı boğum boğum düğümleyecek bu filmi izlerken en ufak bir üzüntü dahi hissetmezseniz eğer, hele ki gerçek binlerce olaydan olduğunu bile bile, insanlığınız konusunda, vicdanınız konusunda uzun uzun düşünmeye ihtiyacınız var demektir.

Becerebilirseniz eğer, "iyi" seyirler dilerim..

Filmin Adı : The Stoning of Soraya M. / Soraya'yı taşlamak.
Yapım Yılı : 2008
Yönetmen : Cyrus Nowrasteh
Oyuncular : Mozhan Marno (Soraya M.) , Jim Caviezel ( F. Sahebjam), Shohreh Aghdashloo (Zahra).
imdb puanı : 7,9/ 10 (5.192 oylama sonucu)


Soraya Manutchehri'nin tek fotoğrafı ise... 

1 Kasım 2011 Salı

"Erkekten kadın doğar" ... "Hable con ella/ Konuş onunla"...


"Mucizelere inanmalısın ; bir gün gerçekten bir mucize olur, ama inanmadığın için farkına varamazsın." , Benigno .

Yalnızlıktan muzdarip "garip" hastabakıcı Benigno evinin karşısındaki bale okulunu izlerken Alicia'ya aşık olur ve gizlice takip etmeye başlar. Şans (ya da şanssızlık) eseri, aşık olduğu balerin Alicia' nın bitkisel hayata girmesiyle bakımı için özel olarak tutulur. 20 yılı annesine bakmakla geçirdikten sonra son 4 yılının her dakikasını Alicia'ya adamıştır. Alicia'nın odasından "aşırdığı" saç tokasıyla başlayan aşk öyle bir hal almıştır ki, artık boş günlerinde baleye gider, Alicia'nın çok sevdiği sinemada sessiz filmleri izler, bunların hepsini de Alilcia'ya anlatır. Bu sırada hastaneye yatan Lydia'nın erkek arkadaşı Marco ise, Lydia'nın bitkisel hayattan çıkamayacağına çoktan ikna olmuştur. Tesadüf eseri karşılaşan Benigno ve Marco arasında -eşlerinden dolayı olsa gerek- bir dostluk kurulur.

Filmin konusunu yukarıdaki gibi özetlesek bile Benigno'nun masum ve özverili aşkını, Marco' nun hayal kırıklığıyla biten aşklarını ve acılarını, Almodovar' ın incelikli hikayesini izlemeden yüreğinizde bırakacağı kalıntıları anlatabilmek zor, kimi zaman hastalıklı bulabileceğiniz Benigno'nun tutkusunu aktarabilmek imkansız. Filmin içinde yer alan, ancak 1 saat 48 dakikalık hikayenin özünü oluşturan "El amante menguante/ Küçülen Aşık" isimli leziz Almodovar sessiz filmi ise muhakkak görülmeli.  Nihayetinde Alicia'nın bale hocasının sözlerine gider aklımız: "Ölümden hayat doğar... Erkekten kadın doğar. " .

Marco ve Lydia & Benigno ve Alicia çiftlerinden Marco&Alicia'ya uzanan derin bir yalnızlık filmi Hable con ella, sakin ve incelikli. Diğerlerinin "hastalıklı" olarak nitelendirdiği bir aşkın mucize yaratması üzerine bir film belki. Sade ve duygulu, İspanyol sinemasına yaraşır nitelikte.

İyi seyirler dilerim.

Filmin Adı : Hable con Ella/ Talk to Her/ Konuş Onunla
Yönetmen  : Pedro Almodovar
Yapım Yılı: 2002
Oyuncular : Javier Camara (Benigno) , Dario Grandinetti (Marco), Leonor Watling (Alicia), Rosario Flores (Lydia) .
imdb Puanı : 8,0 / 10 (43,042 oylama sonucu)

20 Eylül 2011 Salı

Börülce soslu "umut" ...Kimssi Pyoryugi..





Borçlar, terkedilmiş olmak, işsiz kalmak... Kime sorsan aklına intihar gelir ister istemez. Kim seong-geun' un da aklına gelen kesin çözümdür ölüm. Hele aldığı 70 bin dolar kredinin 200 bin dolar borca dönüştüğünü duyunca kesin kararını vermiş olur, ve Boğaz köprüsünden atlamak misali bırakır kendini köprüden nehre. Fakat beklediği gibi gitmez işler. Sular onu şehrin tam merkezinde, ama şehirden tam manasıyla "ıssız" ve "izole" bir adada bulur kendini,üstelik en büyük korkusu "yüzmek" de engeller kurtuluşunu. Ölmeyi bile becerememiştir, yüzmeyi beceremediği gibi anlayacağınız. İlk anlarda birilerini ulaşmaya çalışsa da sonradan kafasına "dank" eder durum; şehirde onu özleyecek kim vardır ki? Böylece aylar sürecek ada yaşamı da başlamış olur.  Bu arada Kim Jung Yeul adında bir genç kız arz-ı endam eder filme. Kendini odasına "hapsetmiş", sanal dünyada var olma endişesinden başka bir amacı olmayan genç kızdır. Odasından dışarı çıkmayan, perdesini bile nadiren açan katı bir düzen kurmuştur kendine, zaman zaman Ay fotoğrafı çekmek için pencere başında oturmasını saymazsak. Bir gün objektifine bizim ıssız adam takılır, ve adadaki adamı gözetlemeye başlar. Sonunda garip bir iletişim yolu geliştirir, tüm korkularını yenerek. Böylece biz de kalabalıktan kendi isteğiyle soyutlanmış iki karakterin kesişen hikayesine kaptırırız kendimizi. 

Kalabalıklar içinde kendini yalnız hisseden insanların birbirini bulma hikayesine ortak olacaklar. Issız bir adada tek motivasyonu,tek "umudu" adada bulduğu boş bir paket üstündeki resimle fark ettiği "börülce soslu erişte"yi yapabilmek olan bir adamla bu adamı fark edip tüm korkularının üstüne gitmeye başlayan asosyal genç kızın hikayesinden daha ilginç kaç film izlediniz son zamanlarda? Sırf bu konu için bile bir şansı hak eden bir film "Kimssi pyoryugi".

Muhtemelen okuyanların ilk kez öğrendiği bir film olacak "Kimssi Pyoryugi" . Fakat biraz merak edip izleyen olursa, yüzlerce benzer filmin dışında çok "başka", çok "eğlenceli" ve çok "düşündürücü" bir film izlemiş olacaklar. Dilerim izleme şansına sahip olursunuz bu "saklı hazine"yi. İyi seyirler dilerim.

Filmin Adı : Kimssi Pyoryugi/ Castaway On the Moon
Yapım Yılı : 2009
Yönetmen  : Hae jun-Lee
Oyuncular  : Jae yeong-jeong, Ryeo- wun jeong.
imdb Puanı : 7,9 /10 (1107 oylama sonucu) .


18 Eylül 2011 Pazar

3 dakikayı geçti.. Uyan artık.. Baekmanjangja-ui cheot-sarang/ Milyonerin İlk Aşkı..




Güney Kore sinemasının çok özel bir yanı var, özel bir tadı. İnsanı yüreğinden yakalayıp gözlerine zulmedercesine ağlatan, ama çok güzel bir yanı. A moment to remember gibi, Yeopgijeon geunyeo kadar dokunaklı bir film daha izledikten sonra kesin kararını veriyor insan. Sıradışı olmayan hikayelerden insanın yüreğine işleyen filmler bırakıyorlar hafızalarda. Baekmanjangja-ui cheot-sarang/ A millionaire's first love/ Bir milyonerin ilk aşkı da bu tadı, bu acıyı yürekte hissettiren filmlerden biri olarak hafızama ve ruhuma kazındı.


Çok da alışılmadık bir hikayesi yok aslında filmin. Hatta klişe olarak bile nitelendirilebilir. Milyoner bir genç delikanlı deedesinin ölümün ardından tek varisi olduğu mirasa konabilmek için bir varoş kentin lisesinden mezun olmak zorundadır. garip bir tesadüfle karşılaştığı genç kız ise gittiği varoş kentinde de peşini bırakmaz. Geriye sayılı günü kalan genç kız ile bizim burnu havada delikanlımız arasında garip bir ilişki başlar. Tabi burnu havada milyoner genç kendini sandığından  çok daha farklı bir kişilikte bulacaktır  hikaye ilierledikçe. Dedesinin hazırladığı bu sürpriz vasiyet delikanlımızı sandığından çok daha farklı bir amaca götürür.

Okuduğunuzda belki de onlarca film çekilmiş olabilecek bir senaryo anımsıyorsunuz aslında. Fakat filmi izlediğinizde gözyaşlarınıza hakim olmak gerçekten zor oluyor. İster iyi oyunculuk deyin, isterseniz Kore sinemasının adeta imzası haline gelen mükemmel müziklerle bağdaştırın, dilerseniz de Hollywood yapaylığına meydan okuyan "gerçek son" ile. Film sizi beklediğiniz yere adım adım götürdükçe artan hüzün her yanınızı sarıyor. Ne mucize bir kurtuluş var,  ne de bir dönemin klişesi karışmış raporlar. Gerçek bir hikaye ve gerçek bir son sadece; Kore sinemasının dramlarını tam manasıyla "dram" haline getiren "gerçeklik" . Öyle sarıyor ki sizi, içinizden Jae Kyung gibi seslenmek geliyor "uyuyan" sevgiliye ; "üç dakika demiştin..çoktan doldu.. uyan artık.." .

Akıldan çıkması zor sahneler ve diyaloglar, hikayeye bir melodram esintisi katan eşsiz müzikler ve tepeden tırnağa hüzün ile dolu 1 saat 56 dakikanın her saniyesine değen bir film; Bir Milyonerin İlk Aşkı.  Neyi anlattığından ziyade nasıl anlattığına hayran olacağınız filmlerden.

" Sebebini bilmesem de seni çok seviyor ve özlüyorum" ... 

İyi seyirler dilerim.

Filmin Adı  : Baekmanjangja-ui cheot-sarang/ A millionaire's first love/ Bir Milyonerin İlk Aşkı
Yapım Yılı : 2006
Yönetmen  : Tae gyun-kim
Oyuncular  : Hyun Bin (Kang Jae-Kyung) , Yeon Hee-Lee (Eun-Hwan).
imdb Puanı: 7,2 /10 (1002 oylama sonucu)

***Meraklısına hüzün soslu birkaç Kore filmi ; Yeopgijeon Geunya (Hırçın Sevgilim), Nae Meorisokui Jiwoogae/ A Moment to Remember , Bi-Mong/ Rüya





2 Ağustos 2011 Salı

Mutluluk.. İki telin ucundaki mutluluk..

” Nathaniel ilk karşılaşmamızda oldukça utangaçtı. O’na, Green Street’teki inşaat sesleri arasında boğulan müziğini sevdiğimi söylediğimde kendini biraz geri çekti. Nathaniel’in ilk enstrümanı çelloymuş. İşin tuhaf yanı hiç keman eğitimi almamış. Sokağa düştüğü zaman enstrümanını değiştirmiş. O’na hayallerini, beklentilerini sorduğumda “Çok kolay şeyler.” dedi, ” Diğer iki teli de bulmak istiyorum.” .



2005 yılında, boşanmış LA Times yazarı Steve Lopez, bir hikaye peşinde caddelerde dolanırken Nathaniel’la ve müziğiyle karşılaşır. 2 teli kalmış kemandan çıkan ve sokağın homurdanışına karışan notalar etkiler ve sadece iyi bir hikayeden ibaret olduğunu düşündüğü bu müzisyen evsizle konuşmaya başlar. Hayattan tek beklentisi kemanının diğer iki telini de bulabilmek olan Nathaniel, gerçekten çok farklı bir hikayenin baş aktörüdür. 12 yaşında Beethoven aşığı bir genç olarak, ilk hocasının tavsiyesini ömür boyu taşıyacaktır aklında; kendisini müziğine adamak. Konservatuvar eğitimini yarıda bırakıp sokaklarda yaşamayı tercih edişinin arkasındaki neden ise hikaye ilerledikçe aydınlanır.  Steve, Nathaniel’e yardım etmek için sınırlarını zorlarken, bu mücadelenin ardında yatan geçmişini de merak ederiz. 


Gerçek bir hikaye olması yeterince ilham verici iken, Jamie Foxx ve Robert Downey Jr.’ ın muazzam oyunculukları da sıradan olabilecek bir hayat hikayesini çok yukarılara taşıyor gerçekten. Hikayenin duygu sömürüsüne kaçmamayı tercih etmesi de sizin salya sümük bir hikaye yerine etkileyici bir yaşam öyküsüne tanıklık etmenizi sağlıyor. Dozunda bırakılmış olması filmin dilden dile dolaşmasını önlemiş olabilir fakat boşa izlediğinizi düşündüğünüz nice filmi düşünürseniz, en azından alışılmıştan uzak bir hayat hikayesi ve iki usta oyuncunun abartıdan uzak, ama etkileyici oyunculukları için tercih edilebilir bir film.Genel beğeniyi düşüren esas neden ise Nathaniel’a aklının oynadığı oyunun nedeni seyircinin gözüne sokulmaması olsa gerek.

Boş olmayan hikayelerden yana ise tercihiniz, iyi seyirler dilerim.


Filmin Adı : The Soloist / Virtüöz
Yönetmen : Joe Wright
Yapım Yılı : 2009
Oyuncular : Jamie Foxx, Robert Downey Jr. , Catherine Keeler, Nelson Ellis .
imdb Puanı : 6,7 / 10 (17,895 oylama sonucu) .

* Son fotoğraf hikayenin sahibi gerçek kişilerdir.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

BEKİR GİBİ, YUSUF GİBİ SEVEBİLMEK OLSA GEREK “AŞK”..

Sevilmek için sevmiyor insan.. Mutluluksa hiç değil nedeni. Mutsuzluğun peşinden koşmak “aşk” dedikleri. Mutsuz olacağını bile bile koşmak birinin ardından. Bekir gibi takılmak sevmeyenin peşine belki de… Yusuf gibi umutsuzluğu kabullenmek..
1999 tarihli “Masumiyet” ve 2006 tarihli “Kader” birbirini tamamlayan iki eseri Zeki Demirkubuz’ un. Esasında hikaye Kader filmi ile başlasa da, geniş kitlelerin de Zeki Demirkubuz’u tanımasını sağlayan Masumiyet’tir ilk film. Hapisten yeni çıkan Yusuf’ la tanışırız önce. Evli olan ablasının aşığı olan en yakın arkadaşını vurmuş Yusuf’la. Vurmuş olduğuna bakmayın, bir daha silaha değmemiştir Yusuf. Öyle saf ve iyi yüreklidir ki, bu yüreği götürür onu ve bizi adım adım diğer karakterlere. Hapisten çıkmak istememekte oysa, ne bir işi var “dışarıda”, ne de gidecek yeri. Nihayetinde hapishane müdürünün de tavsiyesiyle çıkıp bir göz atmaya karar verir değişen dünyaya. Son bir kez de olsa ablasını görme isteği ile bilmediği sokaklarda adımlamaya başlar. Sonunda bir otele girer ve ateşler içerisindeki Çilem’le karşılaşır…
Uğur… Çilem’in annesi… Genç yaşta mahallenin bıçkını Zagor’a kaptırmış gönlünü… Öyle ki bir katilin peşinden şehir şehir gezecek, işkenceler görecek, hapishane nakillerinden yılmayacak bir aşk ile bağlıdır sevdiği erkeğe. Para kazanabileceği tek şeyi aç gözlülere sunarken yüreğindeki aşkı herkesten sakınmasını bilerek. Her iki filmde de cevabı verilemeyen tek soru da bu aslında ; bu denli büyük bir aşkın nedeni ne? Ya da, illa ki bir nedeni olmak zorunda mıdır aşkın? Ve daha önemlisi, aşkının peşinde bir kadın olarak bir ömür geçirmek bu denli zor mudur gerçekten, çamura bulanmadan ayakta kalmak imkansız mı? Tek arzusu sevgisini yaşamakken, müebbet bir yalnızlığa inat tutunurken sevdasına… Kendisine tutulanlara öfkesi, boğazına kadar batmasından bu hayat denen bataklığa.
Bekir… Uğur’a sırılsıklam aşık.. Aşktan da öte ona sorarsanız, “kafay takmış”, gönlüne düşmüş, tutulmuş bir kere Uğur’a. Kaç kere evine, karısına döndüyse, her defasında bozmuş tövbeleri, yollarda bulmuş kendini, Uğur’suz yapamamış. Evler, taksiler elinden uçup giderken, ömrü Uğur’un, -ya da bir açıdan- Zagor’un peşinden gitmekle geçerken kabullenmiş, başını eğip yürümüş umutsuz aşkının peşinden. Güzel kılan da bu olsa gerek Bekir’i, bir umut için sevmemesi Uğur’u. Mutlu olmak için yürümüyor aşkın peşinden. Mutsuz olacağını bile bile, mutsuzluğa rağmen sımsıkı tutunuyor sevdaya. Kavgalara rağmen, sevdiği kadının gözünün önünde bir başkasının ardından şehir şehir, beden beden dolaşmasına rağmen dönmez yolundan. Cemal Süreya dizelerinde anlatılanlar gibidir Bekir, tövbelerle döndüğü evinden her defasında kaçmış, “mutsuzluğunu yeterince hak etmek için” geri dönüp kilometreleri tüketmiştir. Şairin “Kim istemez mutlu olmayı, ama mutsuzluğa da var mısın? ” sorusuna yanıtı ise kesindir :
“O gece oturup düşündüm. oğlum Bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. O gün bugün usul usul yürüyorum işte.” .
Yusuf önce garip karşılasa da fazla sorgulamaz bu tuhaf döngüyü. Öyle ki o da alışır artık kavgalara, bağrışmalara. Ta ki Bekir’in içten içe tükenişi son bulup kendisine gelene dek Uğur’a riayet etme sırası. Sadece sevmiştir, ne kötülük olabilir ki bunda! Ama Uğur kendisine her tutulanla beraber biraz daha battığından yanaşmaz bunu kabullenmeye, kaldı ki ömrü boyunca tek kişiyi sevmiş, ömrünü tüketirken aşkını hep ayakta tutmuştur. Böylece öykü yönetmenin tarifine dönüşür : “Uslanmaz bir suçlu… Suçluya aşık olup fahişeye dönüşen kadın… Bir fahişeye dönüşen kadına aşık bir adamı, fahişe olduğunu bile bile aşık olan bir başka adam..”. 20 yıla yayılan bir hikaye, bir kadın, üç erkek ve bir çocuk, iki son derece gerçek film … Tesadüf müdür bilinmez ama, gerçek hayattaki gibidir filmler arasındaki sıra da ; “Masumiyet”ini tüketir seyirci, “Kader”in izinde yol alırken . Ve iki filmin ardından anlarız ki, Mecnun ya da Ferhat gibi olmak değildir aslolan.. Bekir gibi, Yusuf gibi sevebilmek olmalı adı “aşk” olan..
İyi seyirler dilerim.

6 Mayıs 2011 Cuma

"Derin" Bir İntikam Öyküsü... Kokuhaku/ Confessions...

Bu bir çekik-gözlü korku filmi değildir!

Yazacağım yazıdan evvel, filme dair söylemem gereken en öncelikli cümle bu olmalı. Filmi izlemeye karar vermişseniz, kesinlikle korku filmi beklentisi taşımayıınz!


Kokuhaku 105 dakika boyunca okul-aile-öğrenci üçgenine dair son derece gerçek manzaraların sunulduğu bir film. Biz yerli sinemada pek çok konu hakkında söz söylemeye çalışan filmleri eleştireduralım, Tetsuya Nakashima bir öğretmenin öğrencileri tarafından öldürülen kızının intikamından yola çıkarak çok boyutlu analizlerini başarıyla beceriyor. Öğretmen Moriguchi, elektrik alanında oldukça yetenekli, fakat fark edilme arzusu ağır basan A öğrencisi ve pek baskın durmayan, ortalama bir öğrenci olan B üzerinden ilerleyen film çok değişik profillere sahip karakterler ve birbirine çok iyi bağlanmış aile öyküleri ile uzakdoğudan aşina olduğumuz incelikli bir intikam hikayesi seyirciye sunuluyor. Hikaye Moniguchi’ nin haylaz sınıftaki yarı hayat öyküsü yarı itiraf niteliğinde konuşmasıyla başlıyor. Hikaye ilerledikçe filmin köşe taşları olan isimler itiraflarını aktarıyor, böylelikle hikayeye nasıl dahil olduklarını anlıyoruz. Tabi her itirafla birlikte derin duygu çatışmaları bulunan bireyler birbirine eklemleniyor. İtirafta bulunan her isim de öğretmen Moniguchi’nin intikamında önemli bir pay sahibi oluyor.


Filmde günümüz eğitim sisteminin her elemanı atlanmadan sorgulanıyor. Öğretmenlerin tutumu, ailelerin çocuklarına toz kondurmayan ve sorunu ıskalayan bakış açıları, “reşit olmadan adam yerine konulamaz” damgalı gençler… Popüler sınıf elemanları, farkına varılmayan sessiz ama zeki öğrenciler, daha çekingen tipler… Hepsi de ne yaparlarsa yapsınlar “çocuk işte” denileceğinin farkındalar ve bundan sıyrılma gayretindeler.


Filmde ısrarla vurgulanan “çocuklar suç işlese de ceza almıyorlar” fikrine çok değişik açılardan yaklaşmak mümkün fakat esas vurgulanmak istenen, bu yaştaki çocuklara “birey” muamelesi yapılmaması sanırım. Yaptıklarının sorumluluğunu üstlenebilecek bireyler oldukları gözden kaçan çocuklar film boyunca tabir-i caizse “adam yerine konmanın” derdindeler. İşledikleri suçlar hep farkına varılmanın derdiyle gerçekleşen eylemler. Bu yönüyle de ailelerin ve eğitimcilerin kucağına gerçeği bırakıyor. Sırf bu tarafsız tespiti ve geleneksel eğitim düzenine getirdiği yorum için bile takdiri ve izlenmeyi hak ediyor Kokuhaku.

Başta yaptığım uyarıyı tekrarlamakta fayda var; Kokuhaku kesinlikle bir korku filmi değil. Çok gerçek hayat manzaralarının sunulduğu, yerinde saptamaları bulunan başarılı bir intikam hikayesi, sabirla örülen bir intikamın hikayesi.


İyi seyirler dilerim.

Filmin Adı : Kokuhaku/ Confessions
Yönetmen: Tetsuya Nakashima
Yapım Yılı : 2010
Oyuncular : Takaku Matsu, Yoshino Kimura, Masaki Okada, Yukito NishiiKaoru Fujiwara.
imdb Puanı: 7,9 /10 (2.571 oylama)

26 Nisan 2011 Salı

Yaşlanan Hayat, Değişen Düzen.. Les İnvasions Barbares

1960 gençliği ve politik duruşuna dair pek çok hikaye dinlemişizdir şüphesiz, hayallerine, mücadelelerine, idealist fikirlerine dair. Günümüzde bu neslin çok uzağında bir nesil yetişiyor, ne yazık ki demeli mi, bilemiyorum. Her bakımdan, batının etkisine bu denli açık bir nesil beklenir miydi, tartışılır. Bu değişime bakışı yansıtan pek çok belgesel ve film mevcut. Fakat Fransa-Kanada ortak yapımı Les İnvasions Barbares filmi kadar keskin bir karşılaştırmaya giren, bu karşılaştırmayı bir dramla iç içe vererek işin içinden başarıyla sıyrılan bir filmi izleme şansı nadir olsa gerek.


Film Kanada’da bir hastane “koğuşu”nda açılıyor. Kanser hastası yaşlı Remy’i, eski karısı ile tartışırken buluyoruz. Oğlunun durumdan haberdar olduğunu ve Londra’dan geleceğini öğrenince suratını ekşitmesi bize pek ipucu vermese de esas memnuniyetsizlik kaynağını çok geçmeden söylüyor Remy : ” Ne vardı hayatı boyunca iki kitap okusaydı? ” .

İşte bu cümleyle bizi bekleyen karşılaştırmanın haberi veriliyor. 60’ların okuyan, düşünen, eşitlik sevdalısı nesli ile günümüzün “vakit nakittir” düsturu ile yaşayan nesli. Film ilerledikçe kazancı bol evlat babasının huzuru için  en iyi yaptığı şeyi, paranın gücüyle sistemde ufak açıklar yaratmayı becerirken ,narkotik polisinden esrar alabileceği adres bulmak dahil, Remy ise durumdan içten içe hoşnut kalsa da doğru bildiğini söylemekten geri kalmıyor. Dakikalar ilerledikçe eski dostları, metresleri de bu son haftalara ortak oldukça sohbetler çoğalıyor, verilen mesaj sayısı artıyor, siz ise ekranda birbiri ardına sıralanan tespitleri yargılıyorsunuz. Remy’ nin simgelediği “eşitlikçi-özgürlükçü” kesim, hastanedeki rahibe’ nin simgelediği dini kesim ve oğul Sebastien’ in üzerinden aktarılan kapitalist kesim fikir anlamında zıtlaştıkça, nesiller geçtikçe dünyaya egemen olan düzenin her yanı nasıl da kapladığına şahit oluyorsunuz. Nihai sistem haline gelen kapitalizmin, “az laf çok icraat” sloganına uygun şekilde, fikir üretmekten ziyade karşılaşılan zorlukları kestirme yoldan halledişi ile hayatı nasıl kolay avuçlarına aldığını anlıyorsunuz. Ve düşünce bazında kat be kat üstün olsa da hayata aktarılamayan fikirlerin bir adım öteye gidemediğini.

“Bugünün gerçekleriyle aramdaki bağı kaybettiğim hissine hep biraz daha fazla kapılıyorum. Sanırım yaşlanmanın en tanıdık belirtisi bu.”. Yönetmen Denys Arcand’ ın filme dair röportajında söylediği bu cümle filmin ana karakteri Remy’ nin tanımı olmuş sanki. Bir de oğul Sebastien var ki, o da düşüncelerle yaşlanmak yerine gerçeklere sarılıp büyümenin bire bir karşılığı konumunda. Aradaki farkı düşünmek, bir tercihte bulunmak ise size kalmış.

Her bünyenin ilgisini çekecek bir film olmadığı aşikar, fakat “bakmak yerine görerek izleyenlerin” çok şey kazanacağı da açık.

Baba Remy’ nin rahibe-hemşire ile insanlık tarihine dair bir tartışmasında aktardığı tespit ile bitirelim yazıyı. İyi seyirler dilerim.

20. yüzyıl çok kanlı değildi. Savaşların 100 milyon kişinin ölümüne sebep olduğu bir gerçek. Ruslar için 10 milyon daha ekleyin. Çin kamplarında,asla öğrenemeyeceğiz ama, 20 milyon diyelim. yani 130, 135 milyon ölü. Çok etkileyici değil.
16. yüzyılda, İspanyol ve portekizlilerin yönetiminde, gaz odası ya da bombalar kullanmadan Latin Amerika’da 150 milyon kızılderili katledildi, baltalarla! Bu sıkı bir çalışmadır,rahibe. Kilise tarafından desteklense bile, bu büyük bir başarıdır. Daha sonra Hollandalılar,Fransızlar,Almanlar onları takip ettiler ve bir 50 milyon da onlar öldürdüler. Toplamda 200 milyon ölü! Tarihin en büyük katliamı burada (Amerika’da) yaşanmıştır. ve en ufak bir facia müzesinde bile değildir. İnsanlığın tarihi, korkular tarihidir. 

Filmin Adı: Les İnvasions Barbares / Babanın Ölümü
Yapım Yılı: 2003
Yönetmen: Denys Arcand
Oyuncular: Remy Girard, Stephane Rousseau, Marie-Josee Craze, Marina Hands.
imdb Puanı: 7,8/ 10 (15.136 oylama sonucu)

18 Nisan 2011 Pazartesi

Baktığınız halde görmedikleriniz.. Celda 211..

İşin kolayına kaçıp sırtını aksiyona veya cinselliğe dayayan nice “hapishane” filmi görmüşsünüzdür, şiddet dolu sahnelerden, bol kaslı “dekor” oyunculardan medet uman filmler. Fakat gerçekliği başarıyla aktaran, size demir parmaklıkların soğukluğunu hissettiren filmdir başarılı olan. The Shawshank Redemption/ Esaretin Bedeli‘nin unutulmazlığı ya da Un Prophet/ Peygamber’ in akılda yer etmesi bundan değil mi?  Çok katmanlı filmler, düşündükçe yeni fikirler üretebildiğiniz hikayeler zihnimize kazınmadı mı? İşte Celda 211 de -çok gürültü koparmamasına rağmen- hikayenin her sahnede farklı yönlere kaydığı, dakikalar ilerledikçe sizi kendine bağlayan bir film.

Juan Oliver’ le adım atıyoruz Zamora’daki hapishaneye.Hamile eşinin kollarından ayrılıp bir gün sonra işe başlayacağı yere gitmek, “iyi bir izlenim bırakmak” tek amacı esas oğlanımızın.Kendini karşılayan gardiyanlar ne denli “pis” bir işin Juan’ ı beklediğini anlatırken yerlerin temizliğini kastetmiyorlar elbet. Canilerin, psikopatların hüküm sürdüğü bir yer onlara kalırsa. Hem mahkumlar çıkıyor, ama onlar bir ömür buradalar ne de olsa.Derken…

Kopan bir gümbürtüyle aslında takkesi de düşüveriyor gardiyanların. “Malamadre” isimli mahkum öncülüğünde bir isyan başlıyor, hem de ETA mensubu 3 mahkumu rehin alarak, ki hükümet ile pazarlık masasına oturabilmeleri de bu aslında, yoksa hayatlarının değerli olarak görülmesinden değil, ne de olsa koku yapmasın diye evden atılan çöpler onlar.  “Rehber”lik görevi yapan gardiyanlar yaralanan Juan’ ı bir hücreye çekip kendilerini kurtarıyorlar. Bizim delikanlı da kendine geldiğinde isyanın ortasında, yani mahkumların arasında buluveriyor kendini. Neyse ki kafayı çalıştırıp yeni bir mahkum gibi tanıtıyor kendini, güvenlerini kazanmayı başarıyor. Öyle ki, Malamadre’nin güvenini ve dostluğunu kazanmayı başarıyor birkaç saat içerisinde,isyanın beyinlerinden biri haline geliyor. Tabi her şey dışarı sağ salim çıkabilmek için. Fırsatı da geçiyor eline, 1 adım daha atabilecek zamanı olsaydı eğer..  Filmde atılamayan bu adım gibi birkaç dönüm noktası daha var, gardiyan Juan’ ın mahkum Juan’a giderek yaklaştığı anlar birbirini izliyor dakikalar boyunca. Ta ki..

Ta ki karısı Elena söylenene uyup evine gitmek yerine hayatından endişe duyduğu Juan için hapishane önüne gidene kadar. Bu noktadan itibaren düzeni sağlayan insanların ne denli “gaddar” olduğuna şahit oluyoruz, yüzümüzde öfke belirtileri ile. Mahkumlara “nazik” davranmak şöyle dursun, “insan” olduklarını bile unutturan gardiyan hapishane önündeki kalabalıktan da aynı “insafsızlığı”  esirgemeyince olan güzeller güzeli Elena ve karnındaki yavruya oluyor. Böylece bu ana kadar mahkumların bulunduğu ortamı gözleyen Juan da artık “mahkum Juan”a giden yolu tamamlayarak kendini bu isyanın “haklı parçası” olarak görüyor.

Filmin göz dolduran karakteri dzlak kafası ve top sakalıyla şüphesiz Malamadre. Role hayat veren isim ise Los Lunes Al Sol/ Güneşli Pazartesiler ve Te Doy Mis Ojos/ Gözlerimi de Al filmlerinde kusursuz portreler çizen Luis Tosar. Gerek görüntüsü, gerek sesi ile (altyazılı izlerseniz anlarsınız) unutulmaz bir “arıza” tipi seriyor önünüze. Filmle ilgili akla gelen ilk cümlelerden olan “şerefsizim bir cinnet çözer her şeyi” cümlesini kuracak kadar deli olan da o, hayat ile ilgili kurulabilecek en gerçekçi cümleyi söyleyen de : “hayat bazen farkında olmadan beceriyor insanı” .

Belki The Shawshank Redemption/Esaretin Bedeli’nin bulunduğu kategoride anılmayacak ancak Un Prophet gibi, hatırlandığında “iyi ki izlemişim” diyeceğiniz bir film Celda 211. Kolay gözden çıkarılacak insanların hikayesi , tabi ellerinde kaybetmeyi göze alamayacağınız bir şey bulunmuyorsa. Baktığınız halde görmeyi tercih etmediklerinizin gözünüze sokulması gibi bir film, o derece düşündürücü. Hapistekilerin filmi gibi görünse de sizin filminiz, neticede yokluğunuz bir şey ifade etmiyor sistem için, değil mi?

Hissedeceğiniz rahatsızlık hissine rağmen, iyi seyirler dilerim.

Filmin Adı : Celda 211
Yapım Yılı:  2009
Yönetmen: Daniel Monzon
Oyuncular: Alberto Ammann, Luis Tosar, Antonio Resines, Marta Etura
imdb Puanı:7,7 /10 (7,734 oylama sonucu)

13 Nisan 2011 Çarşamba

"An"ları unutmamak..Unutmamaya Çalışmak..Nae Meorisokui Jiwoogae/ A Moment to Remember..

Evli bir erkekle kaçmanın eşiğinden dönmüş, aslında tam anlamıyla “ekilmiş” genç bir kız. Zengin bir baba. Babanın sahibi olduğu inşaatta çalışan yakışıklı genç adam. Daha önceden bir karşılaşmanın tekrar etmesi. Bir aşkın filizlenmesi vs. pek çok olay. Kulağa tanıdık geldi değil mi? Birazdan aktaracağım filmde bunlar mevcut, hem de olanca normalliğiyle. Üstelik sizin şu ana kadar izlediğiniz Yeşilçam filmleri sayesinde  söyleyebileceğiniz devamı da var; kızın delikanlıyı babasıyla tanıştırma isteği, babanın delikanlıyı işten kovması, sonradan kabullenmesi vs… Fakat pek çok filmden çok daha fazlasını söylemem gerekir ki, tüm bu bildiğiniz hikayelere, pek çok sanal ortamda “klişe” olarak gösterilen -ki inkar etmiyorum, bir yere kadar öyle- yorumlara, hatta kiminizin sevmediği Kore Sineması’nın temsilcisi olmasına ve 2 saati biraz aşan süresine rağmen filmin sonunda -en iyi ihtimalle- gözleriniz nemlenmiş halde bulacaksınız kendinizi.


Nae meorisokui jiwoogae/ A moment to remember fazlasıyla aşina olduğumuz karakterleri ve olay örgüsüyle önyargı kurbanı olmaya aday olmasına rağmen övgüyü ve izlenmeyi fazlasıyla hak eden bir film. Su-jin isimli genç kızımız unutkanlıktan muzdarip ve bir gece kolasına “dadandığı” Cheoul-So’ yu babasının sahibi olduğu inşaatta tekrar görünce özür dileme niyeti ve bahanesiyle peşini bırakmıyor ve bir aşk doğuyor. Cheoul-So ise fazla konuşmayan, ve hatta “seni seviyorum” demeyi esirgeyecek kadar kimi sözleri ve gözyaşını gömmüş bir kişiliğe sahip. Buna rağmen oldukça mutlu olan çift evleniyor, tabi bu ana kadar ufak unutkanlıklar göze çarpsa da, filmin ilk yarısı geçildikten sonra, yani peri masalının bitmesiyle dramın dozu artırılıyor ve Su-jin’ in genç yaşında nadiren rastlanabilecek Alzheimer hastalığı olduğu anlaşılıyor. “Kafasının içindeki silgi” gün be gün kişileri, anıları, mutlulukları silerken Cheoul-So da sevdiği kadını kaybetmemek uğruna inanılmaz bir çaba göstermeye başlıyor. Öyle ki, karısının kendisine eski sevgilisinin adıyla seslenmesini bile sakinlikle karşılamak durumunda kalabiliyor. Karısı da daha fazla acı çektirmemek adına boşanmayı kafasına koyunca işler daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor tabi. Delikanlımızla karısı arasında geçen şu diyalog bile inanılmaz bir hüzün taşıyor :
 
Su-jin : Söylesene, anılar da giderse aşkın ne anlamı kalır? Bana iyi davranma, her şeyi unutacağım.
 Cheoul-So : Ben.. her şeyi senin için hatırlayacağım..

Bu noktadan sonra film her sahnede daha da üstünüze geliyor, sizi köşeye sıkıştırıyor gözyaşlarınızı dökmeniz için. Böylesine alışıldık bir konuyu çok ince detaylarla süslendirip böylesine dram yüklü bir başyapıt haline getirmek pek tabi ki Amerika’dan beklenmeyecek bir şey, her zaman daha yakın ve sıcak bulduğum Kore’den çıkan bir filmin bu izleri taşıması da şaşırtmıyor haliyle. Pek çok diyalog özenle hazırlanmış gibi, aklınıza takılıp kalıyor. Yeopgijeogin Geunyeo/ My Sassy Girl/ Hırçın Sevgilim’ e oldukça benzeyen kurgusu ve Daisy kadar incelikli oluşuyla bu iki vatandaşı & türdeşi ile insanın hafızasında sağlam bir yer ediniyor Nae meorisokui jiwoogae/ A Moment to Remember . Pek tabi ilk yarısı sizi fazla şaşırtmayacaktır ancak ilk saati geride bıraktıktan sonra, özellikle market sahnesi ile, delikanlının doktorla bire bir sahneleriyle, hastalığın ilk anlarında tüm evi saran post-itlerle, kısacası ikinci yarısının büyük katkısıyla, hem genç kızın hem de kocasının tarif edilemez dramıyla kolay kolay hatırınızdan çıkmayacak bir film sizi bekliyor, haberiniz olsun.

İyi seyirler dilerim.

Filmin Adı : Nae meorisokui jiwoogae / A Moment to Remember
Yapım Yılı : 2004
Yönetmen: John H.Lee
Oyuncular: Woo-sung Jung, Ye-jin Son, Jong-hak Baek, Sun-jin Lee.
imdb Puanı: 8,2 /10 (3,350 oylama sonucu)

9 Nisan 2011 Cumartesi

“Saf Gurur” Şeytanlara Karşı.. Klass/ Sınıf..



 

Joosep… Amatör olarak web sitesi yapımıyla uğraşan, kendi dünyasında bir genç. Sınıfın alay konusu olmaya alışmış, çekmediği eziyet de kalmamış. Buna rağmen herhangi bir tepkide bulunmaya cesareti yok.. Tek kaçışını Amsterdam’a gidip bilgisayar üzerinde uzmanlaşma olarak belirlemiş. Babasının maço karakterinin 180 derece tersi, sindirilmeye alışkın. 



 Kaspar… Sonradan anlayacağınız üzere büyükannesiyle yaşıyor. Köyünden kente okuyabilsin diye gönderilmiş ve köyüne dönmemek için tek yapması gereken başını beladan uzak tutmak. Sınıf arkadaşı Thea’ya aşık. Thea da ona karşı boş değil hani.Lakin Thea’yla arasına giren büyük bir “defo”su var; Joosep’ in itilip kakılmasına daha fazla seyirci kalamaması. Thea’ nın ise istediği basit, sınıfın “patron”u Anders ve tayfasının -ki bu tayfa tüm sınıf- Joosep’e eziyetlerini görmezden gelebilmesi.

Anders ve diğerleri… Tek kuralları birbirlerini ispiyonlamamak ve Anders’in kurallarıyla hareket etmek. En hafif tabirle O’nun “çakalı” olmak. Joosep’i soyup kızların giyinme odasına atmakla başlayan serüvende her birinden ayrı ayrı tiksineceksiniz zaten.

Kaspar’ ın Joosep’e arka çıkmasıyla tekere sokulan çomak dişlileri sıkıştırdıkça, her adımı bir öncekinden daha zor günler başlıyor. Bu “inatlaşma”nın varabileceği noktayı tahmin bile edemezsiniz. İzleyip görmeniz ve “şok” olmanızı tercih ederim. İnatlaşma, kişilik kavgası, dikleşme.. Ne denirse densin, meselenin özü Kaspar’ ın ağzından dökülüyor ; “tüm mesele gurur” .

2007 yılında gerçek bir olaydan esinlenerek çekilen film Estonya’ nın Oscar temsilcisi olmayı da hak etmiş. Ondskan/ Şeytana Karşı’ yı tanıttığım şu yazıda da belirttiğim gibi, yerleşmiş kanının aksine kuzeyden daima insana dair gerçek öykülerle karşılaşıyor insan. Gerçekliğin dozu böylesine “saf” olunca da izleyicinin hafızasına yerleşiyor bir daha çıkmamak üzere.

Bir de hediye vermek isterim yazının ardından. Tıpkı filmdeki Joosper gibi bir gencin hikayesini aktardığı rivayet edilir Pearl Jam’in Jeremy isimli parçasının. İtilip kakılmaktan bunalmış Jeremy bir gn sınıfta söz alır, tahtaya kalkar ve….
Hem film hem klip için iyi seyirler dilerim.

Filmin Adı : Klass/ Class/ Sınıf.
Yapım Yılı : 2007
Yönetmen : Ilmar Raag
Oyuncular : Vallo Kirs, Pört Uusberg, Lauri Pedaja, Paula Solvak.
imdb puanı :8,1 /10 (4.780 oylama sonucu).
Bahsettiğim Pearl Jam parçası “Jeremy” için http://www.youtube.com/watch?v=MS91knuzoOA

6 Nisan 2011 Çarşamba

“Sanat, içinde geleceği barındıran bir silahtır”.. Noviembre..

“Noviembre”, İspanyolca “Kasım”, 8 kişilik “amatör” tiyatrocuların kuruduğu “bağımsız” tiyatro ekibi. Ekim de olabilirdi isimleri elbette, şayet Ekim devrimini Kasım devrimi izlemeseydi. Para kazanmaktan, ya da daha doğrusu parayla satın aldığınız bir gülümsemeden çok daha fazlasını vaad ediyor üstelik, hem de tek bir kuruşunuzu kabul etmeden ; yaşadığınızı hissettirmeyi. İçlerinden bir cümleyle “hiçbir şeyin bedava olmadığı dünyada hayal edilemez bir şeyi” . Alfredo, sevgilisi Lucia, Dani, Juan, Pedro ve diğerleri. Ölesiye tiksindikleri parayı reddediyorlar, adına ne derseniz deyin, ister “sistem”, ister “düzen”. Adını her ne koyuyorsanız işte tam ona karşılar, özgürlüğü hissedebilmek için. Sanatın ticarileştirmesine karşı dimdik durmayı seçiyorlar, televizyon ya da sinemadan para kazanmak yerine. Salonlarda gülümsemeleri satmak yerine sokakta karşınıza çıkmayı seçiyorlar, birdenbire.

8 hayatı etkileyen bir olaylar zincirini aktarıyor “Noviembre”. Madrid’e gelerek konservatuar sınavını kazanan Alfredo ile başladığımız, dünyayı değiştirebileceğimize inancımız ile bağlandığımız serüven “inandıklarınız uğruna elinizin tersiyle itebileceğiniz şeyler” konulu bir teste dönüşüyor, ister istemez sorgulatıyor idealistliğinizin sınırlarını bir anda. Gerçek olaylar olduğuna, hele 1990’ların sonundan ve 2000’lerin başına uzanan “taze” sayılabilecek bir öyküyü geç keşfetmiş olmanın üzüntüsü de beliriyor bir yandan. Alfredo’ nun seçimleri, grubun manifestosu, yaptıkları “şey”den para kazanıp kazanmama konusunda ikilemleri, sokaklarda sergiledikleri -bazen ileri giden- gösteriler, polisler ve düzenle yaşadıkları sorunlar.. Hepsi gözünüzün önünden geçiyor sırayla. Alfredo’ nun da zamanla tükenişi tabi, çürüyüşü.


Bir uyanış ile adeta kendini buluyor Alfredo, hasta kardeşinin uyanışıyla. Kaybetmeye yüz tutan tiyatro aşkı da, içindeki heyecanı da ansızın alevleniyor, ve ekibi toparlamaya koyuluyor. Tabi fireler verilse de demirbaşlar eksiksiz davete icabet ediyor, büyük bir “iş” için..

Ne şahane eşlik eden müzikleri anlatmak yeterli, ne de olayın gerçek kahramanlarının filme belgesel niteliği kazandıran röpotajları. Röportaj dediysem, olayın akışına eşlik eden beyanları. Olayın değişik noktalarında her karakterin düşüncelerini filmi sekteye uğratmadan görmüş oluyoruz. Filmi sıkmadan takip etmemizi sağlayan en büyük artı bu olsa gerek.

Daha fazlasını yazmaya elim varmıyor açıkçası. Hem filmi izlemek isteyenler çıkabilir diye, hem de her filmin sonu olmak zorunda olduğu için. Bu “belgesel-film” in sonunu yazmak değil hatırlamak bile istemiyor insan. Son sahneler muazzam olsa da, gerçek olduğunu kabullenmekte zorlanıyor insan. Kimbilir, belki de peri masalları misali mutlu sonlar bekliyor, inandıkları bu denli benzer olunca. Belki bir nebze filme dair ipucu olabilir ancak, son cümleler “Noviembre”ye mensupmuş gibi hissedenler için geliyor, ne yazık ki…

” Dünyayı değiştirmek istemiştik..  Ama perişanca yenildik.. Şimdiyse, değişmemek için ben dünyaya direniyorum” ..

İyi seyirler dilerim.

Filmin Adı : Noviembre / November / Kasım
Yapım Yılı : 2003
Yönetmen: Archero Manas
Oyuncular: Oscar Jaenada, Ingrid Rubio, Javier Rios, Juan Diaz, Juanma Rodriguez,Paloma Lorena, Angel Facio.
imdb Puanı : 7,6 /10 (1.089 oylama sonucu)