

Film Kanada’da bir hastane “koğuşu”nda açılıyor. Kanser hastası yaşlı Remy’i, eski karısı ile tartışırken buluyoruz. Oğlunun durumdan haberdar olduğunu ve Londra’dan geleceğini öğrenince suratını ekşitmesi bize pek ipucu vermese de esas memnuniyetsizlik kaynağını çok geçmeden söylüyor Remy : ” Ne vardı hayatı boyunca iki kitap okusaydı? ” .
İşte
bu cümleyle bizi bekleyen karşılaştırmanın haberi veriliyor. 60’ların
okuyan, düşünen, eşitlik sevdalısı nesli ile günümüzün “vakit nakittir”
düsturu ile yaşayan nesli. Film ilerledikçe kazancı bol evlat babasının
huzuru için en iyi yaptığı şeyi, paranın gücüyle sistemde ufak açıklar
yaratmayı becerirken ,narkotik polisinden esrar alabileceği adres bulmak
dahil, Remy ise durumdan içten içe hoşnut kalsa da doğru bildiğini
söylemekten geri kalmıyor. Dakikalar ilerledikçe eski dostları,
metresleri de bu son haftalara ortak oldukça sohbetler çoğalıyor,
verilen mesaj sayısı artıyor, siz ise ekranda birbiri ardına sıralanan
tespitleri yargılıyorsunuz. Remy’ nin simgelediği “eşitlikçi-özgürlükçü”
kesim, hastanedeki rahibe’ nin simgelediği dini kesim ve oğul
Sebastien’ in üzerinden aktarılan kapitalist kesim fikir anlamında
zıtlaştıkça, nesiller geçtikçe dünyaya egemen olan düzenin her yanı
nasıl da kapladığına şahit oluyorsunuz. Nihai sistem haline gelen
kapitalizmin, “az laf çok icraat” sloganına uygun şekilde, fikir
üretmekten ziyade karşılaşılan zorlukları kestirme yoldan halledişi ile
hayatı nasıl kolay avuçlarına aldığını anlıyorsunuz. Ve düşünce bazında
kat be kat üstün olsa da hayata aktarılamayan fikirlerin bir adım öteye
gidemediğini.
“Bugünün
gerçekleriyle aramdaki bağı kaybettiğim hissine hep biraz daha fazla
kapılıyorum. Sanırım yaşlanmanın en tanıdık belirtisi bu.”. Yönetmen
Denys Arcand’ ın filme dair röportajında söylediği bu cümle filmin ana
karakteri Remy’ nin tanımı olmuş sanki. Bir de oğul Sebastien var ki, o
da düşüncelerle yaşlanmak yerine gerçeklere sarılıp büyümenin bire bir
karşılığı konumunda. Aradaki farkı düşünmek, bir tercihte bulunmak ise
size kalmış.Her bünyenin ilgisini çekecek bir film olmadığı aşikar, fakat “bakmak yerine görerek izleyenlerin” çok şey kazanacağı da açık.
Baba Remy’ nin rahibe-hemşire ile insanlık tarihine dair bir tartışmasında aktardığı tespit ile bitirelim yazıyı. İyi seyirler dilerim.
20.
yüzyıl çok kanlı değildi. Savaşların 100 milyon kişinin ölümüne sebep
olduğu bir gerçek. Ruslar için 10 milyon daha ekleyin. Çin
kamplarında,asla öğrenemeyeceğiz ama, 20 milyon diyelim. yani 130, 135
milyon ölü. Çok etkileyici değil. 16. yüzyılda, İspanyol ve portekizlilerin yönetiminde, gaz odası ya da bombalar kullanmadan Latin Amerika’da 150 milyon kızılderili katledildi, baltalarla! Bu sıkı bir çalışmadır,rahibe. Kilise tarafından desteklense bile, bu büyük bir başarıdır. Daha sonra Hollandalılar,Fransızlar,Almanlar onları takip ettiler ve bir 50 milyon da onlar öldürdüler. Toplamda 200 milyon ölü! Tarihin en büyük katliamı burada (Amerika’da) yaşanmıştır. ve en ufak bir facia müzesinde bile değildir. İnsanlığın tarihi, korkular tarihidir.
Filmin Adı: Les İnvasions Barbares / Babanın Ölümü
Yapım Yılı: 2003
Yönetmen: Denys Arcand
Oyuncular: Remy Girard, Stephane Rousseau, Marie-Josee Craze, Marina Hands.
imdb Puanı: 7,8/ 10 (15.136 oylama sonucu)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder