
Süreyya, İran'ın köylerinden birinde yaşayan 4 çocuk annesi bir kadın. İffetli, tertemiz bir kadın. Kocasıyla geçimsizlikleri olmasına rağmen, kocası tarafından dayağa -ve üstü kapalı aktarılsa da tecavüzlere- rağmen iki kızının da haklarını savunmak adına boşanmaya yanaşmıyor. Boşanmaya yanaşsa erkek çocuklarının imkanlarına kavuşmayacak kızları, bunun farkında, tek derdi kendisi gibi olmasın kızları. Kocası ise Süreyya'dan kurtulmak adına her yolu deniyor. Tahmin etmek zor olmasa gerek, bir molla-bir şahit-bir muhtar ve dedikodular bir araya getirilince usul usul galeyana getirilen köy halkı da -halası Zehra ve bir iki arkadaşı dışında- Süreyya'nın kocasını aldattığı fikrinden şüphe etmiyor. Ve çok geçmeden kendi erkek evlatları da dahil herkes tarafından istenmeyen kişi, dinsiz, fahişe ilan ediliyor. Bunun cezası ise "recm" .
Köyün ortasında taşlanmaya giden süreci izlerken bir şekilde kaçabilmesini diliyorsun Süreyya'nın . Taşlanma sahnelerini ise gözünü kaçırmadan izlemen imkansız. Atılan her taş suratına suratına çarpıyor sanki. Boğazına öyle bir düğüm çöküyor, öyle bir yumruk oturuyor ki, tarifi imkansız. Bu yazı için bir hafta bekledim, düğüm hiç olmazsa bir nebze gevşer mi diye, nafile... Biliyorum ki babasının titreyen ellerinden çıkan taş, erkek evlatlarının ellerinden fırlayan taşlar öldürdü Süreyya' yı zaten, geri kalan taşlar boşuna. Bir anneyi, bir evladı başka türlü öldürmeye lüzum yok ki. Canından can verdiği ellerden çıkan taşlar suratınıza çarpsa bitmez misiniz?
İran "devrimi"nden (?) sonra ne denli saptırıldığına dair bir film gibi görünse de, derdi İslam'la değil filmin, bunu net olarak söyleyebilirim. Filmin dikkat çekmeye çalıştığı nokta, otoriter konumdakilerin kendilerine göre ölçüp biçtiği "kurallar"la fakirlerin, kadınların, güçsüzlerin ne kadar ezilebileceği, toprağa ne denli derin gömülebileceği, benim izlenimim bu yönde. Aksi halde tek derdi İslam'la uğraşmak olan bir film, Süreyya'nın halası Zehra'ya bu kadar önemli ve doğru cümleler sarf etme şansı vermezdi. Yüreğinize oturacak, boğazınızı boğum boğum düğümleyecek bu filmi izlerken en ufak bir üzüntü dahi hissetmezseniz eğer, hele ki gerçek binlerce olaydan olduğunu bile bile, insanlığınız konusunda, vicdanınız konusunda uzun uzun düşünmeye ihtiyacınız var demektir.

Becerebilirseniz eğer, "iyi" seyirler dilerim..
Filmin Adı : The Stoning of Soraya M. / Soraya'yı taşlamak.
Yapım Yılı : 2008
Yönetmen : Cyrus Nowrasteh
Oyuncular : Mozhan Marno (Soraya M.) , Jim Caviezel ( F. Sahebjam), Shohreh Aghdashloo (Zahra).
imdb puanı : 7,9/ 10 (5.192 oylama sonucu)
Soraya Manutchehri'nin tek fotoğrafı ise...


















Bu bir çekik-gözlü korku filmi değildir!
B
üzerinden ilerleyen film çok değişik profillere sahip karakterler ve
birbirine çok iyi bağlanmış aile öyküleri ile uzakdoğudan aşina
olduğumuz incelikli bir intikam hikayesi seyirciye sunuluyor. Hikaye
Moniguchi’ nin haylaz sınıftaki yarı hayat öyküsü yarı itiraf
niteliğinde konuşmasıyla başlıyor. Hikaye ilerledikçe filmin köşe
taşları olan isimler itiraflarını aktarıyor, böylelikle hikayeye nasıl
dahil olduklarını anlıyoruz. Tabi her itirafla birlikte derin duygu
çatışmaları bulunan bireyler birbirine eklemleniyor. İtirafta bulunan
her isim de öğretmen Moniguchi’nin intikamında önemli bir pay sahibi
oluyor.




İşte
bu cümleyle bizi bekleyen karşılaştırmanın haberi veriliyor. 60’ların
okuyan, düşünen, eşitlik sevdalısı nesli ile günümüzün “vakit nakittir”
düsturu ile yaşayan nesli. Film ilerledikçe kazancı bol evlat babasının
huzuru için en iyi yaptığı şeyi, paranın gücüyle sistemde ufak açıklar
yaratmayı becerirken ,narkotik polisinden esrar alabileceği adres bulmak
dahil, Remy ise durumdan içten içe hoşnut kalsa da doğru bildiğini
söylemekten geri kalmıyor. Dakikalar ilerledikçe eski dostları,
metresleri de bu son haftalara ortak oldukça sohbetler çoğalıyor,
verilen mesaj sayısı artıyor, siz ise ekranda birbiri ardına sıralanan
tespitleri yargılıyorsunuz. Remy’ nin simgelediği “eşitlikçi-özgürlükçü”
kesim, hastanedeki rahibe’ nin simgelediği dini kesim ve oğul
Sebastien’ in üzerinden aktarılan kapitalist kesim fikir anlamında
zıtlaştıkça, nesiller geçtikçe dünyaya egemen olan düzenin her yanı
nasıl da kapladığına şahit oluyorsunuz. Nihai sistem haline gelen
kapitalizmin, “az laf çok icraat” sloganına uygun şekilde, fikir
üretmekten ziyade karşılaşılan zorlukları kestirme yoldan halledişi ile
hayatı nasıl kolay avuçlarına aldığını anlıyorsunuz. Ve düşünce bazında
kat be kat üstün olsa da hayata aktarılamayan fikirlerin bir adım öteye
gidemediğini.
“Bugünün
gerçekleriyle aramdaki bağı kaybettiğim hissine hep biraz daha fazla
kapılıyorum. Sanırım yaşlanmanın en tanıdık belirtisi bu.”. Yönetmen
Denys Arcand’ ın filme dair röportajında söylediği bu cümle filmin ana
karakteri Remy’ nin tanımı olmuş sanki. Bir de oğul Sebastien var ki, o
da düşüncelerle yaşlanmak yerine gerçeklere sarılıp büyümenin bire bir
karşılığı konumunda. Aradaki farkı düşünmek, bir tercihte bulunmak ise
size kalmış.
20.
yüzyıl çok kanlı değildi. Savaşların 100 milyon kişinin ölümüne sebep
olduğu bir gerçek. Ruslar için 10 milyon daha ekleyin. Çin
kamplarında,asla öğrenemeyeceğiz ama, 20 milyon diyelim. yani 130, 135
milyon ölü. Çok etkileyici değil.
İşin
kolayına kaçıp sırtını aksiyona veya cinselliğe dayayan nice
“hapishane” filmi görmüşsünüzdür, şiddet dolu sahnelerden, bol kaslı
“dekor” oyunculardan medet uman filmler. Fakat gerçekliği başarıyla
aktaran, size demir parmaklıkların soğukluğunu hissettiren filmdir
başarılı olan. The Shawshank Redemption/ Esaretin Bedeli‘nin unutulmazlığı ya da Un Prophet/ Peygamber’
in akılda yer etmesi bundan değil mi? Çok katmanlı filmler, düşündükçe
yeni fikirler üretebildiğiniz hikayeler zihnimize kazınmadı mı? İşte
Celda 211 de -çok gürültü koparmamasına rağmen- hikayenin her sahnede
farklı yönlere kaydığı, dakikalar ilerledikçe sizi kendine bağlayan bir
film.
Juan Oliver’
le adım atıyoruz Zamora’daki hapishaneye.Hamile eşinin kollarından
ayrılıp bir gün sonra işe başlayacağı yere gitmek, “iyi bir izlenim
bırakmak” tek amacı esas oğlanımızın.Kendini karşılayan gardiyanlar ne
denli “pis” bir işin Juan’ ı beklediğini anlatırken yerlerin temizliğini
kastetmiyorlar elbet. Canilerin, psikopatların hüküm sürdüğü bir yer
onlara kalırsa. Hem mahkumlar çıkıyor, ama onlar bir ömür buradalar ne
de olsa.Derken…
Kopan bir gümbürtüyle aslında takkesi de düşüveriyor gardiyanların. “Malamadre”
isimli mahkum öncülüğünde bir isyan başlıyor, hem de ETA mensubu 3
mahkumu rehin alarak, ki hükümet ile pazarlık masasına oturabilmeleri de
bu aslında, yoksa hayatlarının değerli olarak görülmesinden değil, ne
de olsa koku yapmasın diye evden atılan çöpler onlar. “Rehber”lik
görevi yapan gardiyanlar yaralanan Juan’ ı bir hücreye çekip kendilerini
kurtarıyorlar. Bizim delikanlı da kendine geldiğinde isyanın ortasında,
yani mahkumların arasında buluveriyor kendini. Neyse ki kafayı
çalıştırıp yeni bir mahkum gibi tanıtıyor kendini, güvenlerini kazanmayı
başarıyor.
Öyle
ki, Malamadre’nin güvenini ve dostluğunu kazanmayı başarıyor birkaç
saat içerisinde,isyanın beyinlerinden biri haline geliyor. Tabi her şey
dışarı sağ salim çıkabilmek için. Fırsatı da geçiyor eline, 1 adım daha
atabilecek zamanı olsaydı eğer.. Filmde atılamayan bu adım gibi birkaç
dönüm noktası daha var, gardiyan Juan’ ın mahkum Juan’a giderek
yaklaştığı anlar birbirini izliyor dakikalar boyunca. Ta ki..
Ta
ki karısı Elena söylenene uyup evine gitmek yerine hayatından endişe
duyduğu Juan için hapishane önüne gidene kadar. Bu noktadan itibaren
düzeni sağlayan insanların ne denli “gaddar” olduğuna şahit oluyoruz,
yüzümüzde öfke belirtileri ile. Mahkumlara “nazik” davranmak şöyle
dursun, “insan” olduklarını bile unutturan gardiyan hapishane önündeki
kalabalıktan da aynı “insafsızlığı” esirgemeyince olan güzeller güzeli
Elena ve karnındaki yavruya oluyor. Böylece bu ana kadar mahkumların
bulunduğu ortamı gözleyen Juan da artık “mahkum Juan”a giden yolu
tamamlayarak kendini bu isyanın “haklı parçası” olarak görüyor.
Filmin göz dolduran karakteri dzlak kafası ve top sakalıyla şüphesiz Malamadre. Role hayat veren isim ise
Evli
bir erkekle kaçmanın eşiğinden dönmüş, aslında tam anlamıyla “ekilmiş”
genç bir kız. Zengin bir baba. Babanın sahibi olduğu inşaatta çalışan
yakışıklı genç adam. Daha önceden bir karşılaşmanın tekrar etmesi. Bir
aşkın filizlenmesi vs. pek çok olay. Kulağa tanıdık geldi değil mi?
Birazdan aktaracağım filmde bunlar mevcut, hem de olanca normalliğiyle.
Üstelik sizin şu ana kadar izlediğiniz Yeşilçam filmleri sayesinde
söyleyebileceğiniz devamı da var; kızın delikanlıyı babasıyla tanıştırma
isteği, babanın delikanlıyı işten kovması, sonradan kabullenmesi vs…
Fakat pek çok filmden çok daha fazlasını söylemem gerekir ki, tüm bu
bildiğiniz hikayelere, pek çok sanal ortamda “klişe” olarak gösterilen
-ki inkar etmiyorum, bir yere kadar öyle- yorumlara, hatta kiminizin
sevmediği Kore Sineması’nın temsilcisi olmasına ve 2 saati biraz aşan
süresine rağmen filmin sonunda -en iyi ihtimalle- gözleriniz nemlenmiş
halde bulacaksınız kendinizi.
Alzheimer
hastalığı olduğu anlaşılıyor. “Kafasının içindeki silgi” gün be gün
kişileri, anıları, mutlulukları silerken Cheoul-So da sevdiği kadını
kaybetmemek uğruna inanılmaz bir çaba göstermeye başlıyor. Öyle ki,
karısının kendisine eski sevgilisinin adıyla seslenmesini bile
sakinlikle karşılamak durumunda kalabiliyor. Karısı da daha fazla acı
çektirmemek adına boşanmayı kafasına koyunca işler daha da içinden
çıkılmaz bir hal alıyor tabi. Delikanlımızla karısı arasında geçen şu
diyalog bile inanılmaz bir hüzün taşıyor :
ediniyor Nae meorisokui jiwoogae/ A Moment to Remember
. Pek tabi ilk yarısı sizi fazla şaşırtmayacaktır ancak ilk saati
geride bıraktıktan sonra, özellikle market sahnesi ile, delikanlının
doktorla bire bir sahneleriyle, hastalığın ilk anlarında tüm evi saran
post-itlerle, kısacası ikinci yarısının büyük katkısıyla, hem genç kızın
hem de kocasının tarif edilemez dramıyla kolay kolay hatırınızdan
çıkmayacak bir film sizi bekliyor, haberiniz olsun.



“Noviembre”,
İspanyolca “Kasım”, 8 kişilik “amatör” tiyatrocuların kuruduğu
“bağımsız” tiyatro ekibi. Ekim de olabilirdi isimleri elbette, şayet
Ekim devrimini Kasım devrimi izlemeseydi. Para kazanmaktan, ya da daha
doğrusu parayla satın aldığınız bir gülümsemeden çok daha fazlasını vaad
ediyor üstelik, hem de tek bir kuruşunuzu kabul etmeden ; yaşadığınızı
hissettirmeyi. İçlerinden bir cümleyle “hiçbir şeyin bedava olmadığı
dünyada hayal edilemez bir şeyi” . Alfredo, sevgilisi Lucia, Dani, Juan,
Pedro ve diğerleri. Ölesiye tiksindikleri parayı reddediyorlar, adına
ne derseniz deyin, ister “sistem”, ister “düzen”. Adını her ne
koyuyorsanız işte tam ona karşılar, özgürlüğü hissedebilmek için.
Sanatın ticarileştirmesine karşı dimdik durmayı seçiyorlar, televizyon
ya da sinemadan para kazanmak yerine. Salonlarda gülümsemeleri satmak
yerine sokakta karşınıza çıkmayı seçiyorlar, birdenbire.

